Hikaye-Düz Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hikaye-Düz Yazı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2016 Pazar

Ben Yoruldum Hayat

Ben yoruldum hayat!

Güçlülerin haklı olduğu, yalakaların değer bulduğu, insanların ahlaksızca kullanıldığı, haklının haksız olarak kabul bulduğu, paranın en güçlü kral olduğu bir düzenden...

Aşkın hesap kitap olduğu, insanların yüreğine kriter koyduğu, şekilciliğin adının "en uygun insanı bulmak" olduğu bir gezegende yaşamaktan...

Ben vazgeçtim hayat!

Başarabileceğime inanmaktan, geleceğe umut beslemekten, her kaybettiğimi yeniden kazanabileceğimi düşünmekten, beklemekten...

Vazgeçtim, sana meydan okumaktan, seni yenmek hevesimden.

Sen git kötü kalpli kardeşin gelsin hayat.
Belki onun götüreceği yerde bana da biraz mutluluk ayırmışlardır. Belki bende kazanırım.

#hayatı #bir #kürk #mantolu #madonna #beklentisiyle #yaşamak
#aşk #imkansızdır

1 Mart 2016 Salı

Gel Bir Çay İçelim

Geleceksin biliyorum!

Öncelikle şunu bil ki; Ben seni çok bekledim!

Seni hiç tanımadım ben, nasıl tanışacağımız hakkında da hiçbir fikrim yok. Belki seninle yıllardır tanışıyoruzdur ama inan kim olduğunu bilmiyorum. Belki Yeşilçam filmlerindeki gibi olur ama ben "Tatar Ramazan" olmam bak baştan söyleyeyim. E tabi sende "Türkan Şoray Kanunları" koymazsan sevinirim. "Öptürtmem, dürttürtmem" triplerini hiç sevmedim hayatım boyunca.

Senden önce Keşiş gibi yaşamadım, tahmin etmişsindir zaten. Aşık da oldum, odun da. Sevildim de, yerildim de. Seviştim de, dövüştüm de... Ama hiç şerefsiz olmadım! Kimsenin duygularıyla oynamadım. Bir sürü şiir falan yazdım ama muhtemelen hiç birisinden haberin olmayacak. E işte hayatın boyunca da benim bu cinsliklerimle uğraşırsın diye düşünüyorum. Sence? Uğraşır mısın?

Ben seni çok bekledim.
Sana ulaşana kadar temiz kalabilmek için çok uğraştım ama becerebildiğimi sanmıyorum. Yalan söylemeyi öğrendim mesela. Aslında bu kadar geç kalmasaydın daha gözüm açılmadan kafesleyebilirdin beni. Tosbağa geni mi taşıyorsun be mübarek, neredesin? Hemen ümitsizliğe kapılma, yalan söylemeyi öğrendim ama suratımın kızarmasını engellemeyi öğrenemedim bir türlü. Lanet olasıca bir sıfatım var, yalan söylediğim anda, yumurtlamak üzere olan tavuk götü gibi kızarıyor meret. Zaten alışmadık götte don durmaz derler.

Muhtemelen hayatın boyunca rahat bir ömür yaşamanı sağlayacak birisiyle hayatını devam ettirmeyi düşünmüşsündür. Zengin koca peşinde koşmak demeyelim biz ona yinede. İşte o "birisi" ben değilim! Açlıktan nefesim kokmuyor çok şükür de, elimden emekliyim be güzelim. Çalışırsam karnım doyuyor, işsizsem götüm donuyor, geçinip  gidiyorum. Sana bu konuda bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber, zengin olmanın yolunu öğrendim. Nasıl yatırım yapılır, ne iş ne para getirir çok araştırdım, bir yöntem geliştirdim kendime. Kötü haber, bunu yapabilmek için bir miktar birikim gerekiyor, o da bende yok. Nasıl bir dünya bu ki çok zengin olmak için bile az zengin olmak gerekiyor... Neyse sen umutsuzluğa kapılma yine de, o birikim için gereken şeyleri de bulurum bir gün. İnanmadın değil mi? Valla ben de inanmadım. Ama sen inan yine de, sen inanırsan beni de inandırırsın çünkü.

Bu arada Yengeç burcuyum ben. Kızlar bunu duyduğu anda suratlarını düşürüveriyorlar. Valla haklılar diyecek bir şey yok. Eğer sen bunu duyup da o gül yüzünü düşürmezsen anlarım ki tanımıyorsun Yengeç burcunu. Bu benim için iyi haber, senin için de iyi haber. Çünkü hayatını burç yorumlarına göre yönlendiren tipler bilmiyorlar ne kaybettiklerini. Muhtemelen sen de ne kazandığını bilmiyorsun, öğrenirsin zamanla. Evet tipik ve aşılamayan bazı problemler var ama ticarette gelir gider dengesi önemlidir. Gelirin, giderinden çok fazla olmalı ama "hiç gitmesin, hep gelsin" dersen, kocaman bir "nah" verirler eline. Deme öyle şeyler. E bizimki de bir nevi ticaret be güzelim.

Benim için duygusal falan diyorlar. Sakın inanayım deme onlara. Bildiğin yontulmamış, işlenmemiş Çınar odunuyumdur. Tek özelliğim dayanıklı olmak. Bir kaç kelime yanyana getirip bir şeyler yazabiliyorum diye duygusal olduğumu sanıyorlar. Bakma sen onlara.  Kızgınlık halini de duygusallık olarak düşünüyorsan o başka. Çabuk kızarım ama aynı oranda çabuk sakinleşemem. Beni hızlıca sakinleştirebilecek dört şey var bu hayatta, birincisi annem. İkincisi sensin. Üçüncüsünü ve dördüncüsünü de birlikte yapacağız diye düşünüyorum.

Farkındaysan hiç dış görünüşümden bahsetmedim. E kör değilsen onu görürsün zaten. Ben zaten hep bu evrede kaybediyorum biliyor musun? Bilmiyorsan da görünce anlarsın. Zaten karşıdan görüp de hayata küsmediysen, beni bir homo sapiens formuna dönüştürebileceğini düşündüysen, peygamberliğini ilan edebilirsin. İlk havarin ben olurum söz.

Daha anlatacak çok şey var ama yeter çok konuştum. Biraz da sen anlat bakalım. Ne zaman geleceksin? Nasıl karşılaşacağız seninle? Kimsin? Neredesin?

Ben seni çok bekledim!

29.02.2016

28 Kasım 2015 Cumartesi

Merve'nin Hikayesi


Güzel kızdı Merve...

Sütun gibi upuzun bacakları, tanesi bir kilo gelen bey narı gibi memeleri yoktu belki ama karşıdan göründüğü zaman insanı hülyalar alemine götürüp bırakan eşsiz bir yüzü vardı. Gözlerinin mavisi bizim mahalleyi aydınlatırdı her gün, saçlarının siyahi geceyi getirirdi karşı mahallenin ampulü patlamış dandik sokak lambalarına.

Mahallenin tüm erkeklerinin hayalindeydi Merve. Kimisi banyo sabununa açtığı deliğe Merve ismini koyduğunu anlatırdı ballandıra ballandıra, kimisi de kurduğu evlilik hayalini anlatırdı;

- Evlenirim lan ben bu kızla, yemin ediyorum bütün ortamı da bırakırım, ben mahallenin Manyak Cevatlığından istifa ederim lan bu kız için, işe de girerim, hayatım boyunca patron dövmeden ayrıldığım bir tane iş olmadı ama bunun için bir ömür eziyet çekerim mına goyim. Toki'den de ev taksitine girerim, yaşar gideriz anasını satayım.

+ Kuracağın hayali sikeyim lan senin, hayalin bile fakir mına goyim.

Bende seviyordum Merve'yi, hatta doğrusunu söylemek gerekirse aşıktım ve it kopuk tayfasının bu halleri de canımı çok sıkıyordu, tabi çok sevdiği bir erkek arkadaşının olması daha da çok sıkıyordu canımı... Ama benim, mahalledeki diğer saplardan bir farkım vardı, Merve'yle konuşabiliyordum. Çok küçük yaşlardan beridir birlikte büyüdüğümüz için birbirimizi iyi tanırdık ve dertleşirdik ara sıra. Bütün mahallenin dibinin düştüğü bir kızla arkadaş olmanın verdiği karizma sayesinde de mahallenin serserileriyle iyi arkadaş olmuştum. Herkes, belki kızı kendilerine ayarlarım umuduyla yaşıyordu resmen. Kız yoldan geçerken haspel kader "merhaba" dese, bırak cevap vermeyi heyecandan kalp krizi geçirecek adamlar ama umut parayla satılmıyor ya...

Bir gün yine işten dönerken karşılaştım Merve'yle, şeker pancarı gibiydi o güzelim yüzü kan çanağına dönmüş sinirden, ağlamak üzereydi. "Ne oldu, hayırdır" dedim, savuşturmak istedi ilk başta ama ısrar edince dayanamadı bir çay bahçesine gittik, daha oturur oturmaz boşalttı gözleri ölümsüzlük iksirini masanın üzerine. Gözünden düşen her damlada bir nehir kuruyordu yüreğimin en derin yerlerinde.

"Hangi beyin fakiri üzdü seni bu kadar?" dedim...
Yüzüme bakıp gülümsedi ve sonra kaldığı yerden ağlamaya devam ederek "Bitti" dedi.
Karşılıklı susmaya devam ettik bir süre daha, sonra konuşmaya devam etti;
"Şerefsiz! Aldatıyormuş beni. İnanabiliyor musun ya? Aldatıyormuş." dedi.
"Ne zamandan beri?" dedim.
"Ohaaa!" dedi ilk önce. "Hiç mi şaşırmadın lan? Hepiniz mi böylesiniz oğlum?" dedi. Bir süre sustum ve anlatmaya başladı;
"Bir yıldır birlikteydik, iki gün önce evlenme teklif etmişti, kabul ettim. Bugün işten çıktıktan sonra otobüse binmedim, canım yürümek istiyordu, biraz yürüdükten sonra arabasını gördüm, yanına gittim, orospunun biriyle öpüşüyordu arabanın içinde. Daha iki gün önce bana evlilik teklif ettiği dudaklarından başkası öpüyordu bugün. Yerden bir taş alıp camını kırdım, yüzüğü kafasına çarpıp ayrıldım işte."

Söyleyecek söz bulamadım, ne kadar zor sevdiğin kızın sevgilisinden ayrıldığını öğrenmek. Öyle bir durum ki bu, söylediğin her söz durumundan istifade etmek gibi algılanıyor.

"Yarın haftasonu, iş çıkışı bir yere gidip içelim mi?" dedim.
" Valla hiç dışarı çıkacak halim yok, yarın işe de gitmiyorum, akşam işten çıkarken bir rakı al gel benim evde içeriz" dedi.

Ertesi gün elimde 70'likle gittim yanına, gece yarısına kadar içtik, ikimiz de dut gibi sarhoş olmuştuk ama Merve'nin yüzünün güldüğünü görmek, her gün zil zurna sarhoş olmaya değerdi doğrusu.

"Ne kadar çok abaza ayı var" dedi.
"Nasıl yani?" dedim.
"Mahallede" dedi. "Ne kadar çok abaza var. Yolda yürümeye korkuyorum, bütün serseri tayfası tren görmüş öküz gibi kilitleniyorlar, bir gün birisi bir şey yapacak diye korkuyorum."
"Sen de bu kadar güzel olmasaydın." dedim.
"Nerem güzel lan benim?" dedi.
"Burada mı sayayım, mail olarak mı atayım, saymakla bitmez de" dedim. Güzel gözlerinin içinin güldüğünü gördüm o an.
"Tamam da bu benim seçimim değil ki, güzel olmayı ben mi istedim?" dedi.
"Hayır ben istedim, özel olarak sipariş verdim sen geldin."
Gülümseyerek son yudumunu aldı içkisinin;
"Bu mahallenin itleriyle senin aran iyi." dedi "Hiç konuşuyor musunuz benim hakkımda? İleri geri atıp tutuyor musunuz?
İçkinin de verdiği bir puştluk vardı üzerimde, onun da etkisiyle;
"Valla herkesin bir fantazisi var seninle ilgili." dedim. "Kimisi yatağa atma derdinde, kimisi evlilik hayali kuruyor ama bir merhaba desen hepsi heyecandan kalp krizi geçirir." dedim.
"Adamlar orada beni yatağa atmak istediklerini söylüyor, sen de hiç korumuyorsun beni öyle mi?" dedi.
"Bana gerek kalmıyor ki, birbirlerine giriyorlar zaten" dedim. "Senin saçının teline zarar veremez kimse burada. İki tane it kopukla uğraşmaya bile değmez"
"Sen hiç hayal kurdun mu benimle ilgili?" "Delikanlı gibi cevap ver ama" dedi.
Delikanlılık damarım tuttu o anda, "kurdum" dedim.
"Anlatsana" dedi.
"Birlikte duşa girmişliğimiz oldu bir kaç kez" dedim.
"Ohaaa" dedi. "Beni hayal edip otuz bir mi çekiyorsun sen?"
Öyle birden söyleyince utandım tabi ama rakının yalandan cesaretiyle,
"Evet" dedim.
"Neden gelip bana hiç söylemedin sevişmek istediğini?" dedi.
"Benim ki basit bir cinsel ilişki isteği değil ki, ben seni seviyorum" dedim.
"Geri zekalı" dedi. "Çocukluğumuzdan beridir birlikteyiz, neden söylemedin şimdiye kadar?"
"Ucunda seni sonsuza kadar kaybetmek de vardı, cesaret edemedim, korktum." dedim.
"Ben başkasıyla evlenme arefesindeydim, başkasıyla evlenmemden daha mı önemliydi bu korku? O zaman da kaybetmiş olmayacak mıydın?" dedi.
"Bütün dünya başıma yıkılmak üzereydi." dedim "Ama sen başkasını severken gelip bunları söylemek şerefsizlikti, yapamazdım böyle bir şeyi."
"Peki hala seviyor musun beni?" dedi.
"Sonsuza kadar" dedim. Sustu, ayağa kalkıp elini bana uzattı ve ayağa kaldırdı. Boynuma sarıldı ve öpüşmeye başladık. Bir kaç dakika bu şekilde devam ettik ve daha sonra;
"Bundan sonra duş alırken bile benden başkası olmasın hayatında" dedi.
"Sonsuza kadar" dedim.

Evden ayrılırken dünyanın en mutlu insanıydım. Sokakta uçarak yürürken bir anda bizim mahallenin serserileri çevirdi etrafımı, bir tanesi kulaklarımla oynayıp dönüp;
"Vaayy, bizim kolpacı işi pişirmiş." dedi.

Başka birisi "Kaç posta attın lan?" dedi, o sırada bir diğeri de " yalnız mahallenin en kral orospusunu siktin, getir de biraz da biz sikelim!" deyince dayanamadım, ağzının üstüne okkalı bir yumruk geçirdim. sonrasında da hepsi bir olup beni dövdüler. O gece değil dayak yemek, dünya yıkılsa umrumda olmazdı zaten. Olmadı da...


Özgür
28.11.2015

Not:Kurgudur.

23 Eylül 2015 Çarşamba

Cinayeti Kör Bir Kayıkçı Gördü, Ben Gördüm, Kulaklarım Gördü. Fıtrat...


Henüz yaşını yeni doldurmuş, hayatını yaşayamamış tertemiz bir bebekti o.
Hem çok sevimliydi hem de sıcak kanlıydı, elimizi uzattığımızda hemen koşup gelirdi. Nereden bilebilirdi ki bizim kötü insanlar olduğumuzu, işlediğimiz her cinayete bir kılıf uydurabilecek kadar kalpsiz olduğumuzu.

Bir kaç gün önce gitmiştik ve çok beğenmiştik bu sevimli bebeği. Tam olarak aradığımız özellikleri taşıyordu. Bakıcısı da bu kötü emellerimize ortak olmuş onu bize para karşılığı satmıştı.

O gün geldi ve çattı, küçük çaplı bir merasim yapmamız gerekiyor ve işlediğimiz günahı affettirmek için bir iki rekat namaz kılmamız gerekiyordu. Aslında böyle olmasını bizde istemezdik, böyle sevimli ve yaramaz bir bebeğin dünyada görmesi gereken günleri olduğunu düşünüyorduk bizde ama fıtratın önüne geçilmez ki...

O gün sevimli bebeğinde çok huysuz olduğunu farkettik, sanki olacakları önceden hissetmiş gibiydi. Zaten o gün cinayet işleyen tek aile değildik, başka ailelerde vardı ve bizden daha canilerdi diyebilirim aslında. Belli ki yanından ayrılan arkadaşları bir daha geri dönmeyince durumun farkına varmıştı bizim yaramaz, sürekli kaçıyordu bu yüzden. Ama fıtrattan kaçılmaz ki...

Üç dört kişi etrafını çevirdik, kaçacak yeri kalmadı artık yavrucağın, bir iki diretti, aradan sıvışmaya çalıştı ama kar etmedi, yakaladık. Prosedür gereği iki bacağı ve bir elinin bağlanması gerekiyordu, prosedürü yerine getirdik.

Her ne kadar cinayeti işlemek bize düşse de o kadar vicdansız olamamıştık henüz, vekalet vermemiz gerekiyordu cellada, verdik.

Gözünü bile kırpmadı, vurdu bıçağı yavrucağın boynuna, üç ana damarrını kesmiş kanının akması için beklemeye koyulmuştu. Fıtrat...

Kan tamamen aktıktan ve yavrucak artık canını teslim ettikten sonra derisini yüzdük ve etlerini parça parça ayırıp eve getirdik. Etlerini satırlarla, bıçaklarla parçalara ayırdık, bir kısmını ihtiyaç sahiplerine dağıttık bir kısmını biz pişirip yedik. Her ne kadar ağzı süt kokan bir bebeği kesmişte olsak bir gram bile pişmanlık hissetmedik. Hatta aynı şeyleri bu yılda başka bir bebek üzerinde tekrar yapacağız. Fıtrat...

Hayat ne garip...

Kurban Bayramınız Kutlu Olsun...

29 Haziran 2015 Pazartesi

Neden Adem ve Havva Olmayasınız?

Bizler kayıp kuşağın kaybedenleriyiz. Bizden sonra gelecek olan nesilin bu zincir içerisinde önemli bir parça olabilmesi için, artık şu sıralar tartıştığımız şeylerden çok daha farklı şeyler tartışmamız gerekiyor.



Bundan beş bin yıl önce insanlar belki de donsuz dolaşıyordu, herkes birbirinin götünü görüyordu yani. Bir çıplak vücut gördün diye, bir göt çatalı gördün diye hemen namus bekçisi kesilme, bu Dünya'nın namus bekçisine ihtiyacı yok. kimin kimi siktiğini öğrenmeye ihtiyacı yok. Kimin kimi sikmemesi gerektiğini öğrenmeye ihtiyacı yok. Kimsenin cinsel tercihi bir başkasını bağlamaz. Bir başkasının özgürlüğü senin özgürlük alanına tecavüz etmiyorsa, senin ona müdahale etmeye hakkın yok. Birisinin özgürlüğü, bir başkasının yaşam alanına müdahale etmiyorsa, senin ona müdahale etmeye hakkın yok. Benim, senin inancına müdahale etmeye hakkım yok. Senin benim yaşam tarzıma müdahale etmeye hakkın yok.



Bırakın bu Dünya'yı, öbür Dünya'yı güzelleştirmek istiyorsanız, geleceğinize yatırım yapın. Çocuklarınıza bilimi, matematiği sevdirin. Teknolojiyi sevdirin. Çocuklarınızın eline tablet bilgisayarları tutuşturup, "o elindeki cihazla oynarken ben de işlerimi hallederim" kafasıyla yetiştirmeyin. Hayatta her şey eğlence değildir. Teknolojiyi verimli ve doğru kullanmayı öğretin. Her konuya hakim olmanız mümkün değil, olmayın da zaten. Bugünün şartlarında iyi bir tercih diye, çocuğunuzu ilgisi olmayan alanlara yönlendirmeyin. Siz futbolu seviyorsunuz diye o çocuğun futbolcu olması gerekmiyor ya da mühendisler iyi para kazanıyor diye mühendislik fakültesi okuması gerekmiyor. Her çocuk meslek tercihini doğduğunda yapar ve bu tercihler bilimsel yöntemlerle saptanabiliyor. Belki de siz çocuğunuzu iyi bir futbolcu olarak yetiştirmeye çalışırken gezegendeki en iyi Mekatronik mühendisinin geleceğini öldürüyor olabilirsiniz.

29.06.1987
Özgür

Bu arada doğum günüm kutlu olsun. İyi ki doğdum.

16 Haziran 2015 Salı

Eğer Evlenirsek Beni Çok Mutlu Edeceğini Düşünüyorum

“Eğer evlenirsek beni çok mutlu edeceğini düşünüyorum ama ben seni sadece arkadaş olarak görüyorum, eğer istersen arkadaş olarak devam ederiz, istemezsen de benim için fark etmez!”
“Tercüme edeyim, “Çok da fifi” dedi.”

Bak yine moral kondisyonum baraj altında kaldı. Ben bu mantığı hiçbir zaman çözemeyeceğim galiba. Arkadaşım ben sana evlenme teklif etmedim ki… Arkadaşım dedim kusura bakma ya da bak anasını satayım, kusura da bak. Sen değil misin beni sadece arkadaş olarak gören…

Medeni hıyarlık etmişim, seni sevdiğimi söylemişim. Ki onu söyleyen ağzıma da sıçayım müsaadenle. Sen biraz zaman istemişsin, sana günahı boyundan büyük dayıların Mekke’de Kabe’yi tavaf edip Hacı olması için gereken zaman kadar zaman tanımışım. Helal olsun senden kıymetli mi anasını satayım. Bula bula bu klasik cümleyi mi buldun lan o kadar sürede? Güzelim, yavrucuğum, şekerim, herkes beni arkadaşı olarak görüyor zaten. Karabatak kuşları gibiyim lan, kediler bile yemiyor beni. Düşmanım yok ki benim, kimseye zararım dokunmadı aksine en sevmediğim insanlara bile bir faydam olmuştur. Sen şimdi bana neden Karabatak muamelesi çekiyorsun ki?

“Gerçi salaklık bende, zaten kız seni kaç senedir tanıyor, düşünmek için süre istemesi saçma değil mi lan? Gbt sorgulatsa, 5 dakikada şeceremi dökerler. Sabıka kaydı almaya gidiyorum boş A4 kağıdı veriyorlar. Sabıka ne arar la armutta. “

-“E şimdi bu kız 2 ay ne düşündü o zaman kanki? “

“Hee gelelim Saadet’e.“

-“Saadet kim lan?”

“La bi siktir et Saadet’i falan. Sadede gelelim dedim!”

“Şimdi bak bu kız iki ay ne düşünmüş biliyor musun?”

-“Ne düşünmüş paps?”

“Eşşeğin zikini” “Bir dur la, bi sus mına goyim da anlatalım, insanlar okuyacak bunu küfür ettirip durmasana bana!”

-“Tamam paps, anlat!”

“Bak kardeşim, bu iki ayda biz evlenmişiz.”

-“Lan taştaş geçme adam gibi anlat evlendiğinizden haberin yok mu? Mal mısın oğlum?”

“Ya geri zekalı, kız öyle hayal etmiş işte, oksimoron musun oğlum sen? Omirilik soğanınla mı düşünüyorsun? Amip misin? Tek hücreli misin?”
-“Tamam la tamam, anlamamışım üçüncü biradan sonra beynim bacaklarımın arasına kaçmış herhalde.”

“Neyse, işte hayalinde evlendirmiş kendisiyle beni, bakmış benden iyi koca olacak, demiş bir de çocuk yaparız, hemen onu da yapmış. İşte her şey iyi güzel, 1+1 dairemizde mutlu mesut geçinip gitmişiz.”

-“Eee bunun için mi reddetmiş? Mutlu olmaktan kim rahatsız olur lan?”

“Bunun için değil tabii ki, hoop hayal dünyasından çıkıvermiş prensesimiz gerçek hayatta buluvermiş kendisini, geçmiş aynanın karşısına bir kendine bakmış, bir bana bakmış. Yanına bir türlü yakıştıramamış. O İngiliz Kralı’nın kızı, ben şarapçının oğluyum sanki mına goyim.”

-“Eee”

“İşte iki ay boyunca telefonlara, mesajlara cevap vermedi. İki ay sonra aklına geldi herhalde, “Lan bir davar vardı, ben ona bir cevap vermedim!” diye düşünmüş ki mesaj attı Facebook’tan.”

“Yazdığı mesaja bak, “Ya vercğim cvbı zaten tahmin etmişndir, ama istrsn gene de bluşalm.” Türkçe öğretmenleri bu mesajı görse kariyerlerinden vazgeçip Sümerolog olurlar. En azından onların yazdıklarını Türkçe’ye çevirmek bu kadar meşakkatli bir iş değil.”

-“Sonuç ne lan!”

“Sonuç bu işte. Girizgahtaki cümle. Hayır, tamam sonuçta birisini seviyorsan evlenmek için seviyorsun tamam da hacı, e önce bir sevgili olsaydık. Neden hemen evlenip mutlu olduk anasını satayım?”

-“Ne var lan işte kız seni evlenmeye layık görmüş.”

“Ya oğlum bağırsaklarınla mı dinliyorsun? Kız sevgili olmaya bile layık görmemiş, sen evlenmek diyorsun. Arap sen içme bokunu çıkardın mına goyim.”

-“Evlenirsek beni mutlu edeceğine inanıyorum demiş lan işte.”

“Ne diyecekti? Senden değil koca, klozet kapağı bile olmaz mı diyecekti?”

-“Ahaha aslında klozet kadar götün var mına goyim, iyi klozet kapağı olur senden.”

“Lan seni kanka diye karşısına alıp konuşanda zaten deney faresi kadar bile beyin yoktur. Daha fazla akıl sağlığımı bozmadan siktir git zıbar bir yerde.”

-“Hasiktir lan, uyku mu bıraktın adamda? Yürü hadi ikişer bira daha alıp gelelim, bu gece uyumak yok.”

“Zıkkım fondiple anasını satayım. Git dolapta var iki tane bira, senin Sünger Bob gibi sömüreceğini bildiğimden zulaladım!”

Yani diyeceğim odur ki, bir kadın benimle evlendiğinde mutlu olacağına bütün kalbiyle inanıyorsa, benimle sevgili dahi olmaz. Neden? E çünkü ben çok iyi bir insanım, sorun bende değil onda, ben daha iyilerine layığım.

E size daha kötüleriyle mutsuz bir hayat diliyorum o zaman.


16.06.2015

6 Haziran 2015 Cumartesi

Yalnızlığın Marşı (Sanat Sanatçı İçindir Şiarının Evrim Süreci)

Eskiden blog falan bilmezdik biz, cahıldık. Defterlerimiz, ajandalarımız vardı, kızların çiçekli böcekli üzerinde asma kilitleri olan defterleri vardı.

Harfleri bir araya getirdiğimizde anlamlı kelimeler yazabileceğimizi, bu kelimelerle cümleler kurabileceğimizi, konuştuğumuz her şeyin aslında yazılabilebileceğini öğrendiğim günden beridir yazıyorum ben. Sadece yazma şeklim değişiyor, eskiden Türkçe dersinde kullandığım deftere yazardım, sonra ajandaya yazmaya başladım, sonra internet girdi hayatıma blog yazmaya başladım, sonra da bulduğum her yere yazdım. Eskiden kalem kullanırdım, şimdi dijital parmaklarımla yazıyorum.

Aslında bu değişimler hep bir ihtiyaç halinde ortaya çıkıyor. Mesela Türkçe dersi için öyyetmenimiz ödev verirdi bize, tamamen kendi kurgumuz olan hikayeler yazmamızı isterdi. Ben akşam oturur üç dört sayfa yazardım, ertesi gün okula giderdim, derste herkes yazdığı hikayeyi kendisi okurdu. Tabi koca sınıfta yazan bir kaç kişi olduğu için çok uzun sürmezdi bu okuma işi ama benim hikayelerimle hep dalga geçilirdi. Çaktırmamaya çalışsa da öğretmen bile içten içten gülerdi. Çünkü hikaye bir konuyla başlar tamamen alakasız başka bir konuyla biterdi. Tamamen alakasız keskin geçişler, birbiriyle bağlantısız cümleler saçma sapan hikayeler yazardım çünkü. Evet, yazdığım şeyler genellikle gülünecek şeylerdi ama bunu bile yapamayacak kadar beyinsiz bir sınıf dolusu adamın dalga konusu olmak canımı sıkıyordu. Bende artık sadece kendim için yazmaya karar verdim. Sanat sanatçı içindir mottosunu şiar edinmiştim.

Evdeki ajandanın bir halta yarayabileceğini düşündüğüm zamanlar, bu şiar edinme dönemine tekabül ediyor. Artık o saçma kurgu hikayelerden yazmak zorunda da değildim, canım ne istiyorsa onu yazıyordum. O zamanlar sevdiğim şarkıların sözleri, (sakın ha küçümsemeyin, eskiden internet falan yokken, televizyonu açıp saatlerce beklerdim elimde kağıt kalemle, şarkı çıkınca her kelimeyi tek tek yakalayıp yazardım, yetişemediğim kıtalar için bir saat daha yeniden şarkının çalmasını beklerdim.) Bilim Teknik dergisinde çıkan hikayeler, özlü sözler falan filan bir çok şey vardı içerisinde. Bu süreç uzun sürdü ama tabii ki bir sonu vardı. Ajandamın benim haberim olmadan gizlice alınıp okunduğunu farkettiğim zamanlar bu süreç için jübile dönemiydi. Artık yeni bir çağ başlamalıydı, ben milenyum çağını ucundan kıyısında yakalamış efsane neslin temsilcilerindendim, böyle basit bir soruna mı çare bulamayacaktım?

Yeni dönem başlamıştı, ajandamda kendime ait ne var ne yoksa hepsini açtığım bloga aktarmıştım. Artık oraya yazıyordum her şeyi, ajandayı bulup okuyabilen kişilerin hiç birisi internetten zerre kadar anlamadığı için rahattım. Ajandamın kendim bile bulamayacağım şekilde sakladım. Kimsenin orayı bulup okuma ihtimali yoktu ama bu sefer başka bir sorun ortaya çıktı, Blog okuyucuları. Sonuçta halka açık bir ortamda yazıyorduk ve ister istemez yazılan şeyler ilgi çekiyordu. Sanat sanatçı içindir şiarına ters bir durum söz konusuydu burada ama nedense bu sefer rahatsız etmiyordu. Çünkü farklı bir detay vardı burada, kimse dalga geçmiyordu. Beğenenler beğenisini dile getiriyordu, beğenmeyenler insan gibi eleştirisini yapıyordu. Bu sayede güzel bir ortam oluştu, uzun süre aktif ve etkileşimli olarak yeteneklerimizi döktük ortaya, hem geliştik, hem büyüdük. Ve artık o dünyanın da sonuna doğru gelmeye başladık. Sadece bir arşivleme yöntemi olarak uzay boşluğundaki yerini koruyor.

Hayat şartlarının sırtımı sıvazlaması dolayısıyla artık eskisi kadar yazamıyorum. Zaten artık yazmak da istemiyorum galiba. Bu kadar uzun yazıyı ne halt etmeye yazdım şimdi onu da bilmiyorum. Aslında basit bir şey söyleyip gidecektim. Yıllar önce sakladığım ajamdamı buldum geçenlerde, biraz kurcaladım eski yazılarıma falan baktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, içerisinde hiç fena şeyler yok. 200 sayfa civarı yazı yazmışım ve en son 2008 yılında yazmayı bırakmışım. İçindekilerden bir tanesini buraya yazayım dedim sonra. Muhtemelen yakın gelecekte de o ajandayı yakarak imha ederim.

Görselde benim Çince el yazım ve ajandamdan bir kesit var. Aşağıda da görseldeki yazının Türkçe çevirisi mevcut.

Buraya kadar okuduysanız, sizde de vahim bir işsizlik sendromu olabilir bir psikoloğa görünmekte fayda var bence. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim. Akranlarımla sadece tokalaşıyorum.

Herkese teşekkür ediyorum...


(Görseldeki Çin Kitabesinin üzerinde yazan metnin Türkçe meali)

Neyin günahını çekiyorum ki ben?
Ya da kimin diyetini ödüyorum hayata karşı?
Aşksızlığıma mı yanayım, yoksa yalnızlığıma mı?
Yoksa haykırsam mı derdimi dağlara karşı?

Anlayamaz kimse beni çünkü göremezler yüreğimi,
Yaranamam kimseye delip geçsem bile arşı.
Döndüm kendime artık, baş başayım benliğimle,
Yalnızlık oldu hayatımın en uzun marşı.

Kaybettim ben doğuştan, hayat denen yarışı,
Boşmuş beynimin verdiği kazanma uğraşı.
Kocaman bir yüreğim ve biraz da aklım vardı,
Artık yalnız yüreğim kaldı, salıverdim aklımı rüzgara karşı…



27.08.2008

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Redd-i Aşk

Reddedilmek, altıpasta beklerken önüne düşen topu boş kaleye yuvarlayamayıp  auta dikmektir.

Birebir futbolla aynıdır bu olay. Nedenini açıklayayım biraz;

Altıpas denilen bölge kalecinin durduğu ve dokunulmazlığının olduğu bölgedir. Bir oyuncu orada kaleciyle karşı karşıya kaldıysa, gol atamaması, atmasından daha zordur.
İkinci bir nokta da, bir oyuncunun orada kaleciyle karşı karşıya kalabilmesi için, atak yapan takımın, mükemmel organizasyonlar yapması, bir ekip çalışması yapması gerekir.
O golün kaçması demek, hazırlanış sürecindeki bütün emeğin çöpe gitmesi demektir.

Şimdi futbolla ilgili terimleri çıkarın, yerine bir kadına sevdiğini söyleme aşamasına gelirken geçilen süreçleri koyun...

Ağır bakıma girersin, kaportayı çekiçletirsin, darbeli yerlere macun çekersin, lokal boya yaptırırsın, çizik çoksa komple boyatırsın falan. Saç, baş, elbise hepsini tamamlarsın, bodur eşekten Midilli'ye dönüşüverirsin bir anda. Pancar motoruyken modifiyeli Şahin olursun.

Sonra fiyakalı laflar düşünürsün, "Ulan şöyle şöyle söyleyeyim şekil olur" diye kurulursun kendi kendine. Olmadı sağdan soldan fikir alırsın, güzel laflar havuzunda boğulursun. Bir ton cümle hazırlamış olsan da bir şeye yaramaz, hepsini unutursun zaten. Genellikle o konuşmalarda söylenen şeyler, içeriden gelen tamamen doğal kelimelerdir.

Hayatında kapısından girip bir şey yemeyeceğin janjanlı mekanlardan gerekirse randevu alırsın. Işıltısından, bir de süslü kokanatlarından başka bir özelliği yoktur bu mekanların. Bir avuç yemeğe iftar çadırı kuracak kadar parayı bayılırsın genellikle.

Bir tomar çiçek böcek kucaklarsın, sırf sevdiğinin gönlünü hoş tutmak için.

İşte sonra oturursunuz karşılıklı, konu bellidir zaten de maksat ayılık olmasın diye bir kaç hoşbeş edersiniz. Konu döner dolaşır, rampadan aşağı inerken freni boşalan Bmc kamyonun binanın birine bodoslama daldığı gibi aşk meşk mevzusuna gelir.

Senin günlerce üzerinde çalışıp toparladığın bir kamyon güzel sözün sağlaması, klasikleşmiş tek bir cümleyle yapılır.

İşte bu nokta kalecinin boşa çıkıp topu ıskaladığı nokta, bomboş kale, önünde kalmış top, gol diye bağırmayı bekleyen bir kamyon seyirci, vuruyorsun topa...

Aut ya, aut tabi anasını satayım. Toprağını sulayan fıskiyenin, suyunu veren çeşmesine tükürdüğümünün çimi zedelenmiş tam o noktada. Ayağın takıldı tam topa vuruken, top gitti aut oldu, sen de yere ters bastığın için ayağın kırıldı. 6 ay futboldan uzaksın, geri döndüğünde de aynı kalitede futbol oynayıp oynayamayacağın belli değil. Belki de futbol hayatın fıtık oldu...

İşte aşık olduğun birisi tarafından reddedilmekte hayat hikayesini böyle tersten okutur adama. 6 ay kendine gelemezsin, kendine geldiğinde de tekrar eskisi olup olamayacağın belli değil.

06.05.2015

3 Nisan 2015 Cuma

Nükleer Başlıklı Salak


Ülkesinde Nükleer Santral isteyen herkes vatan hainidir!

Nükleer Santral bir güç belirtisi değildir, böyle bir 'elektrik üretim tesisi'ne sahip olunca elinizde Nükleer silahlarınız olmayacak, dünyaya hükmetmeye 'başlamayacaksınız'. Nükleer Santral sadece elektrik üretir ve elektrik üretme yöntemleri içerisindeki en tehlikeli ve riskli yöntemdir.

Herhangi bir kazada hiç bir şekilde geri dönüşü olmayan çok büyük zararlar verir, sadece patlama olduğu gün ölen insanları değil, onlarca yıl sonra doğan insanları bile etkiler. Genetik yapının bozulmasına sakat çocuklar doğmasına sebep olur. Daha doğmamış torunlarınızın Frankeştayn gibi olmasını istemiyorsanız bu ucubeye karşı gelirsiniz. Bunun Akp'li olmakla veya başka bir partili olmakla alakası yok. Eğer bu ülkeye bir Nükleer Santral yapılırsa, herhangi bir kaza durumunda meydana gelen tüm sorunlardan bu projeyi aktif veya pasif olarak destekleyen herkes sorumludur. Vay "ben nereden bileyim böyle olacağını", vay "ben cahilim aklım ermez" diyecek olursa peşin peşin söylüyorum; "Ben sizi kazada olabileceklere karşı uyardım, hepinizin bilinçlenmesi için çaba sarfettim ama siz benim söylediklerimin doğru olabileceğini düşünmediniz bile!" Bu ülkede olacak her şeyden sorumlusunuz, sizin yüzünüzden ben veya sevdiklerim zarar görürse, sizlere karşı Nükleer Silahtan daha tehlikeli bir silah olacağıma da söz veriyorum!

28 Haziran 2014 Cumartesi

İlluminati

Dan Brown'un Da Vinci'nin Şifresi kitabından sonra, ülkemizin üstün zekalı, acar, tuttuğunu koparıp parçasını bile vermeyen araştırmacıları tarafından bütün sırları çözülmüş bir oluşumdur. bu kişiler kitabı bile tersten okudukları için bizim göremediğimiz bazı ayrıntıları bile görmüşler.
.

Mesela bizim üstün ırk araştırmacı insanlarımıza göre, izlediğimiz, popüler kültürün ebleh olduğu kadar seksi de olan ama asla zeki olmayan ünlüleri bile İllüminati üyesiymiş. Hatta o zekalarıyla birde gizli mesajlar falan veriyorlarmış şarkılarında. Bizce çok önemli ama araştıranlarca çok da önemli bulunmayan bir ayrıntı var, İllüminati üyesi olman için normal insanlardan çok daha zeki olman lazım. Örneğin Leonardo Da Vinci gibi çağının çok ilerisinde yaşıyor olman lazım, "Ben kamyon kullanıyorum Leonardo Da Vinci" esprisinin zeka seviyesinde değil yani.
.

İkincisi, yine araştırma ustası arkadaşlarımıza göre İllüminati üyeleri Şeytan'a tapıyormuş. Sanırım yine kitabı tersten okumuşlar. Çünkü normal okuyunca böyle bir şey yok. Ama olabilir de..
Konu hoşuma gitti dur açıklayayım.
İllüminati üyelerine "Satanist" demek gerzekçe bir açıklamadır. Bunun yerine "Ateist " demek biraz daha akla yatkın. Çünkü adamlar dünyadaki 5-6 milyar tane insanın inandığı tüm dinlere toptan karşılar. Monarşiye karşılar. Dolayısıyla "Şeytan" kavramı da "Din" ile gelen bir kavram olduğuna göre, adam reddettiği şeye mi inanıyor ulan?
.Ayrıca da içerisinde, tabi yine sizin üstün zekanızı ve Profesör Doktor Robert Langdon'ın (Bkz:Da Vinci Code) su götürmez katkılarını da esirgemeden tabi, hatırı sayılır derecede siyonist simgeler de var. Bu durumda Satanist tezi tamamen boka sarıyor ama o ayrııı.

İllüminati diye bir şey yok. Eğer var olsaydı ve dinlediğin şarkıların içine girip bununla senin koca kafanı kontrol edebilecek kadar büyük bir güce sahip olsalardı gizli kalmazlardı. Dünyayı alenen yönetirdi oğlum adamlar. Bu kadar güçlü bir tarikat kıçı kırık senden, benden mi korkacak amk.
.

He senin tezinden gidelim, diyelim ki var. Olabilir.
Leonardo Da Vinci, Mozart, Galileo Galilei vs. vs. Bu ve bunun gibi insanların olduğu bir örgüte ancak destek olunur lan. Bugün ihtiyacını karşılayan her türlü araç gereçten tut, dinlediğin kaliteli müziklere kadar hepsinin altında bu insanların imzası var çocuum. Deli misin lan?
Bu insanlar olmasa, belki de hala uçurumun kenarından sıçıp götünü taşla temizliyor olacaktın.
.
Hadi bakalım bir tartışalım şu konuyu, bir dövüşelim şurada.

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Çabalamak

Hiç düşünmeden verdiği kararlar yüzünden hayatı mahvolan insanlar var. Sırf bulunduğu durumun boktan olduğunu, daha kötüsünün başına gelmeyeceğini düşündüğü için, eline gelen fırsatı "Belki daha iyisi vardır" düşüncesiyle tepen insanlar.
.
Eğer ararsan, daha iyisi her zaman vardır. Ama aradığını bulma şansın her zaman yok. Hayat bazen önüne fırsatlar sunar ve bu fırsatı kullanman için ikinci bir hak tanımaz. Sonra hep söylenir durursun "Bir şans daha vermeliydi, kazanmak için biraz daha çabalamalıydı" diye. Haklısın,"Çabalamalıydı!" Ama belki o da senin gibi düşünüyordu?
Belki de "Çabalamalıydın!"

Bazen suçu başka şeylere atarken kaçar gider elinin altındaki fırsatlar. Bazen kaçırdıklarından sonra suni mutluluklar yaşarsın, "iyi ki olmamış" dersin.

Unutma; Eğer mutluluğu kolay elde ettiysen, o aslında gerçekten mutluluk değildir ve çok kısa sürecektir. Mutluluk ve başarıya giden yol her zaman çok zorlu parkurlar barındırır içinde.

Kazandıkların kaybettiklerine değdiyse, bugün yaşadığın özgürlük yarın yerini kaçırdığın fırsatlar için pişman olmaya bırakmayacaksa yolun açık olsun arkadaşım.


29.05.2014
Özgür

Bazen hitap cümlelerinde karşıda bir muhatap aranmaz. Herkes kendinden bir parça bulup kendi payına hutbesini alıp çekilir kenara.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Der... Ve Gider...



Şu an içiyorum ve bu şarkıyı dinliyorum biliyor musun? Son güne kadar yolcuyum bu yolda...


İsyan edemediği için sessizliğini isyan bellemiş,
Baş kaldıramadığı için başını hep önüne eğmiş,
Ezilmiş,
Dışlanmış,
Yok sayılmış,
Denemiş,
Kaybetmiş,
Yine denemiş,
Yine kaybetmiş.
Düşmüş,
Düştüğü yerden kalkmış, yine yürümeye çalışmış,
Yine düşmüş,
Sanki görünmez bir iple kasten düşürülmüş gibi.
Vazgeçmemiş, hiç vazgeçmemiş,
Ama her seferinde biraz daha umut kırıntısı bırakmış düştüğü yerde,
Hep yalnız kalmış ama hiç kimseden korkmamış,
Bir insan...
Hem de iyi bir insan.
Bir karıncaya bile zararı dokunmamış.
Herkese faydası dokunmuş bir insan.
Ne yapar?
Neden yaşar?
Cevap basit aslında,
Elveda ile biten bir veda yazısı yazar,
Sonra da bir belirsizliğe doğru ölümcül bir yolculuğa çıkar.
Bazen bir uçurum kenarından başlar bu yolculuk,
Bazen yüksek bir binadan.
Bazen bir kaç metrelik bir ip vasıta olur bu yolculuğa,
Bazen de bir silahın soğuk namlusu, sevgilinin kalbi gibi sıcak görünür son kez ve ilk defa.
Ama hep bir kelime kalır yadigar gidenden, kalanlara.
Hem basit, hem etkili bir son ardımda kalanlara.
Benim mirasım;
"Elveda."

26.08.2013-28.08.2013
Özgür



"Umut biter, hem de tahmin ettiğinizden bile erken..."








26 Temmuz 2013 Cuma

Ebru'nun Hikayesi




Ebru!
Bembeyaz karla kaplı çıplak dağların tepesinde açan kardelen çiçeği!

Tam olarak böyle tarif edilebilirdi Ebru'nun güzelliği. Aşk filmlerinin final sahnesi gibi bir kızdı. Onunla yaşanan her zaman çok kısa gelirdi insana.

1.72 boyunda sarışın, beyaz tenli ve mavi gözlü, 21 yaşında, hayatının baharındaydı. Fiziksel özellikleri bir çok "Yurdum Abazası'nı" peşinden koşturmaya fazlasıyla yetiyordu. Ama onun gözü çocukluk aşkı Burak'tan başkasını hiç görmedi bu yaşına kadar. Ona duyduğu aşkın bu dünyada başka örneği yoktu.

Burak, 23 yaşında, 1,77 boyunda esmer, kahverengi gözlü, fazla kiloları olan klasik bir Türk erkeği.
Ebru ile olan ilişkileri Abaza kültürü tabiriyle, "Off bir kıza bak bir de yanındaki lavuğa bak amuğa goyim." şeklindeydi. Yani Ebru ile yanyana gezerlerken dışarıdan görünen görüntü, sanki Ebru evcil hayvanını gezintiye çıkarmış gibi oluyordu.

Toplumun genelinin kabul gördüğü bazı tabular Ebru'nun ailesi içinde geçerliydi ve bu tabular Ebru'nun 21 yaşına kadar bakire kalmasını sağlamıştı. Ama sevgilisinden gelen yoğun isteklere de dayanamıyordu. Çocukluk aşkı ile birlikteydi ve eğer birisiyle birliktelik yaşayacaksa bu kişi Burak olmalıydı.

Aşkı gözünü kör etmişti kızın ve gerçeği görmesini engelliyordu. Burak ona aşık değildi.

Hiç bir zaman da olmadı. Bir kaç ay önce, Ebru'nun kendisine aşık olduğunu öğrenmişti. Ebru'nun kendine göre çok fazla güzel olduğunu düşünüyordu. Yani ona göre kızı elinde uzun süre tutması mümkün değildi, bu yüzden etinden sütünden faydalanıp bir süre sonra ayrılmayı düşünüyordu. Sevişmek için üstelemesinin nedeni buydu.

Aradığı fırsat ailesi bir kaç günlüğüne şehir dışına çıktığında eline geçmiş oldu. Yoğun ısrarla Ebru'yu o gece kendisinde kalmaya ikna etti.

Burak ellerini vücudunda gezdirmeye başladığında o gecenin çok masum geçmeyeceğini anlamıştı Ebru. Ama bir yandan o da istiyordu masum bir gece olmamasını, kendisini sevdiğinin kollarına bırakmaya karar verdi. "Ne olacaksa olsun artık, en azından sevdiğim erkekle birlikteyim."

İlk önce dudaklarında hissetti sevdiğinin dudağını, daha sonra boynunda ve göğüslerinde, nefesinin sıcaklığı daha da artırıyordu ateşini, bütün vücudunda dolaşıyordu. Bu kadar zevk alacağını hiç düşünmemişti bu zamana kadar. Bütün korkuları yerini inanılmaz bir zevke bırakmıştı bile. O bunları düşünürken sevdiği çoktan en gizli hazinelerini sakladığı kutsalına ulaşmıştı bile. Artık doruğa ulaşması için son bir aşama kalmıştı ve artık o aşamaya geçmişlerdi...

Yatağın üzerindeki bir kaç damla kan dikkatini çekti Ebru'nun. Bu muydu yani bir kadına (Evet o artık bir kadın) namus olarak koyulan kural.
"Elimi kestiğimde bile daha çok kan akıyor."


Mutluydu Ebru ama mutluluğu uzun sürmeyecekti, bunun farkına vardığında ise artık çok geç olmuştu.

Bir süre sonra Burak anlamsız tavırlar almaya başlamıştı. Bir süredir başına bela olan bulantıları ve kusmalarına da anlam veremiyordu ve kilo almaya başlamıştı.

"Ne oldu birden bire böyle?"

Sanki mutlu olmasını istemeyen ilahi güçler bütün lanetini üzerine yağdırıyor gibiydi.

Sonun başlangıcı ise Burak'la ayrıldıkları zamana denk geliyordu tam olarak. Çocukluk aşkı terketmişti Ebru'yu. Kahrından ölmek üzereydi ama çok daha büyük bir sorununun olduğunu doktora gidince öğrenecekti.

"İki aylık hamilesiniz!"

Doktor bir çırpıda söyledi bu sözleri ama her birinin Ebru'nun kalbine saplanan kurşun olacağını eminim tahmin bile edemezdi.

Gayrimeşru bir ilişki yaşadığını bile muhafazakâr ailesine kabul ettirmesi mümkün değilken hamile olduğunu nasıl söyleyecekti ki? Tek bir çaresi vardı Burak'la konuşmak, hemen aradı eski sevgilisini...

"Yalan söylüyorsun!"

Burak, Ebru'nun hamile olduğunu öğrenir öğrenmez ilk bu cümleyi kurmuştu.

"Zaten ayrılırken aklıma gelmişti böyle bir yalan uyduracağın ama yemezler. Sen beni ilk erkeğin olarak hatırlayacaksın her zaman ama sen benim aklımda her zaman bir orospu olarak kalacaksın."

Ne kadar da delikanlıca bir davranış!

"Çocukluğumdan beridir bu şeref yoksunu insana mı aşıktım ben?"


Artık tamamen çaresizdi Ebru.

"Koskoca bir toplumun ahlak düzeyi nasıl olurda bacak arasından yukarı çıkamaz."

Tam da bunları düşünürken, önünden geçtiği bir dükkandan gelen seslere gitti kulağı. Ses televizyondan geliyordu. Kendisini din alimi olarak tanımlayan birisi, "hamile kadınların sokağa çıkması terbiyesizliktir." diyordu.

"Koskoca bir toplumun din adamı bile beynini penisinde ki küçücük kafanın içinde taşırsa, ahlak düzeyinin bacak arasında kalması gayet doğal."

Tam o anda olduğu yerde çivi gibi çakıldı kaldı Ebru. Gözleri yuvalarından fırlayacaktı neredeyse;
"Bir iki aya kalmaz benim karnım belli olmaya başlayacak!"

Böyle bir şeyi ailesine anlatmasının mümkün olmadığını biliyordu;
" Bundan kurtuluşum yok, beni öldürürler!"

Karnında bir zamanlar canından çok sevdiği adamın çocuğunu taşıyordu ve böyle bir durum dünyanın bir çok yerinde mutluluk sebebidir.

"Ama burası dünyanın bir çok yeri değil."

Yürüye yürüye falezlere kadar gelmişti. Güzel manzaraya bakarak belki biraz huzur bulabileceğini düşünmüştü. Ve aradığını buldu...

Denizden kırk metre yüksekte duruyordu ve gözleri ufuk çizgisindeydi;

"İşte aradığım huzur." dedi.

"Hayat yaptığın yanlışlar değildir, hayat yaptığın yanlışlar sonucu sana kalanlardır. Yanlış kişiye aşık olmak telafi edilebilirken yanlış kişiden hamile kalmak telafi edilemiyorsa sana kalan hayatın mutlak değeri sıfıra tekabül ediyor demektir. Sevdiği adamın gözünde bile orospu olmaktan öteye geçmemiş bir kadınım ben."

" Bu toprakların insanları sırf hamile olduğum için bile beni görmeye tahammül edemiyorken gayrimeşru bir çocuğun annesi olarak nasıl nefes alabilirim. Benim çocuğum babasının kim olduğunu sorduğu zaman nasıl açıklarım. Babasız bir çocuk olarak arkadaşları tarafından dışlanmasına nasıl dayanırım. Hiç suçu olmayan bir bebeğe bunu yaşatmaya ne hakkım var."

Kendisini falezlerden aşağı bıraktığında söylediği son sözlerdi bunlar. Kimse duymamıştı...


Ben hariç.


Ellerini bırakmam için yalvarıyordu onu yukarı çekerken. Ama bunu yapmayacağım, bir genç kadının daha namus garabetine kurban gitmesine göz yummayacağım. Onlar televizyonda ağızlarından tükürükler saçarak konuşmaya devam etsinler, kendi tükürüklerinde boğulana kadar.

Küçük Umut babasına benzemeyecek söz veriyorum.
Belki gerçek babasını ömrü boyunca tanımayacak ama eksikliğini de hissetmeyecek. Buna izin vermeyeceğim.

Ebru'ya ne oldu derseniz, mutfakta kendisi, yemek yapıyor. Sadece evimin değil gönlümün de mutfağının sahibi oldu yıllardır.

Peki ya Burak'a ne oldu derseniz, kendi bokunda boğuldu o da.
Ebru'yu terkettikten sonra evlendiği kadının kendisini aldattığını öğrenmiş.

Kadını sevgilisi ile bastığı sırada çıkan kavgada da bıçaklanmış. Komada üç gün yattıktan sonra da öldü.


(Bu arada hikaye tamamen kurgu. Bütün her şeye biraz biraz tepki var içinde...)

26.07.2013
Özgür

14 Mayıs 2013 Salı

Reyhanlı Zeynep

Sabahın köründe çalan telefon sesinden nefret ederdi Zeynep. Aslında bunun için geçerli bir sürü nedeni vardı. İstisnasız her sabah telefon sesiyle uyanıyordu çünkü. O kadar saçma sebepler geliyordu ki çoğu zaman, arayan kişiyi telefon kablosuyla boğmak istediği bile oluyordu. Ama yapmamalıydı böyle bir şeyi çünkü bulunduğu mevkii hoşgörülü olmasını gerektiriyordu.

Zeynep, 24 yaşında, 1.70 boyunda beyaz tenli, karşısındaki kişiyi diğer tüm renkleri hayatından çıkarmaya yemin ettirecek kadar güzel simsiyah saçlara ve okyanus mavisi gözlere sahip, dünyalar güzeli bir kızdı. Açıköğretim fakültesi işletme bölümünü bitirmişti. Aslında doktor olmak istiyordu ama ailesinin onu okutacak maddi durumu olmadığı için liseden sonra Reyhanlı belediyesi sosyal hizmetler daire başkanlığında çalışmaya başladı ve açıktan okuluna devam etti. Görevi yardıma muhtaç kişileri kayıtlara geçirip yardım almasını sağlamaktı. İnsanlarla iletişim içerisinde olmayı sevdiği için okulu bitirdikten sonra da burada çalışmaya devam etti. İnsanlar da onu çok seviyordu. Hoşgörüsünün ne kadar derin olduğunu bildikleri için gece gündüz demeden işleri her düştüğünde aramaktan çekinmezlerdi. Dibi tutmuş bu sistem içerisinde nadiren bulunan iyi insanlardan birisiydi Zeynep.

O sabah yine bir telefon sesiyle uyandı, yeni yardım malzemeleri gelmişti ve işin başında bir yetkili olması gerekiyordu. İzin gününde alınabilecek en kötü haberin bu olduğunu düşündü ve apar topar hazırlanmaya başladı.

İşinin çok fazla olmadığını düşünüyordu ve oradan çarşıya gidip alışveriş yapmayı planlıyordu, az sonra başına gelecek felaketten haberi yoktu.

Bir kaç dakika sonra belediye binasına yaklaştı Zeynep, sabah kahvaltısı yapmadığı için bakkala uğradı ve bir simit aldı. Bakkal Hüsnü amcayla biraz lafladıktan sonra ayrıldı dükkandan.

Tam yoldan karşıya geçmişti ki o ses ortalığı cehenneme çeviriverdi bir anda. Hüsnü amca bakakaldı sesten geriye kalanlara, şoka girmişti. Az önce konuştuğu dünyalar güzeli yerde cansız yatıyordu. Bir süre o halde kalan Hüsnü amca kendisini toparladı ve hemen ambulansı çağırdı. Cesaretini toplayarak olay yerine gitti ve gördüklerine inanamadı. Zeynep'in cansız bedeni yerde yatıyordu, patlamanın şiddetiyle kafası kopmuştu. Neler olup bittiğini hala anlamamıştı Hüsnü amca, melek gibi bir kızın canına kastedecek kadar nefretin sebebini anlamak istiyordu ama nafile, çünkü herkes onun gibi olan bitenden habersiz ve çaresizdi.

İsyan ediyorlardı olanlara, kendilerinin olmayan bir savaşın cezasını çekenler, bunu onlara yaşatanlara isyan ediyorlardı. Bu kıyametin sebebi olanlara isyan ediyorlardı. Hepsi memleketlerinde yaşıyordu çünkü. O kadar öfkelilerdi ki gerekirse göğüs göğüse dövüşüp ölmek pahasına olsa bile onları def edeceklerdi topraklarından. Ama polis izin vermedi. Kendi halkını koruyamayan polis, başka bir ülkenin teröristini koruyabiliyordu. 24 yaşında, cennetin bahçelerini göğsünde taşıyan dünya güzeli bir kızın ve diğer yüzlerce kişinin daha kanında parmağı vardı hepsinin.

Masum insanlara kıyacak kadar gözü dönenlere lanet ederek evine döndü Reyhanlı halkı. Çaresizce, bütün şerefsizlerin hesap vereceği günü beklemeye koyuldular.
Kinlerinin ve nefretlerinin her gün biraz daha büyüyeceğinin hepsi de farkındaydı...

(Aslında ben milletvekillerine ayrıcalık getiren yasa ve maaş zamlarıyla ilgili eğlenceli bir şeyler yazacaktım ama Reyhanlı patlaması ve bir taraftarın öldürülmesi olayları geldi üzerine. Yazıklar olsun böyle gündeme de böyle gündem oluşturanlara da...)

13.05.2013
Özgür

30 Nisan 2013 Salı

Küçük Ama İşlevi Büyük 2


Sevgili pehito bana hediye göndermiş.
Geçenlerde çocukluğumu yazmıştım, bu hediye onun devamı olsun diye düşünüyorum.

Çocukluktan bahsediyorsak oyun hayatımızın vazgeçilmezi olmalı zaten.
-Öyle tabi ne sandındı.
Neyse, bakalım ben ne oynamışım veledken.
Klasiklerle başlıyorum;

Saklambaç: Evet çocuk oyunlarının cihan padişahıdır kendisi. Ben gecekondu mahallesinde büyüdüm. Çayır çimen boldu yani bizim oralarda ve bende genelde yeşil giyerdim. Ebe saymaya başladığında ben otların içine yatardım, yanımdan 10 kere geçerdi yine de beni bulamazdı. İki şansı olurdu ya beni sobelemiş sayacak ya da şans eseri otların içinde gezerken üzerime basacak.

Yakalamaç: Ne salak bir isim koymuşuz oyuna ya. Ben hiç oynayamazdım bu oyunu, hemen yakalanırdım.

7 Kiremit: 7 tane mermer üst üste dizilir, başında bir ebe bekler, sırayla herkes topu mermerlere atar devirince kaçışmaya başlar, ebe birisini vurmadan mermerler yeniden toplanırsa oyun başa döner, birisi vurulursa ebe o olur. Ben genelde toplardım.

Dan Dan Dana: Geçen sefer yazdığım yazıda bunu anlatmıştım. Detaya bir daha girmeyeyim.

İp atlama: Siz buna kız oyunu dersiniz ama aslında sporun dibidir. Genelde kızlar oynar ve kızlarla oynamak her zaman zevklidir. Ben niye bu zevkten mahrum kalayım?

Seksek: Bir diğer kız oyunu. Bensiz olur mu?

Evcilik: En çok oynadığım oyunlardan birisi. Kızlar hep beni koca yaparlardı. Bir ara her sokağa çıktığımda gelir bir tanesi mutlaka evcilik oynayalım mı derdi. Başka bir erkek çocuğu gelir illa oynamak isterse de onu çocuk yaparlardı. İyi bir koca olacağım daha çocukluktan belli usta.

Doktorculuk: Şaka değil bunu da oynadım. Evcilik oynamaya ikna edemezlerse buna yüklenirlerdi. Doktorun kim olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Ne yapayım hastam çok hacı.

Birazda erkek oyunlarına gireyim. Ama biz erkek oyunlarında kızları dışlamazdık. Mahallenin kızları da çok sağlamdı ama. Öyle ufak bir darbede ağlayıp küsmezlerdi.
Oyunlar;

Beyzbol; Haydi söyleyin bakalım kim çocukken beyzbol oynadı? Ben oynadım. Hem çok severdik oynamayı ki eğlenceli bir oyundur. Beyzbol sopamız tabii ki yoktu, onun yerine marangozdan aşırdığımız tahtaları ya da ağaç dallarını kullanırdık.

9 Aylık: Bunu oynamamış bir nesil yoktur. O yüzden açıklama gereği hissetmiyorum.

Futbol: Vazgeçilmezimizdir. Hala oynarım.

Uzun Eşek: Beni taşımak kolay olmadığı için sürekli isyan çıkıyordu. Çünkü atlar atlamaz yıkıyordum alttakileri, o yüzden çareyi beni yastık yapmakta buldular.

Bilye: Ben bu oyunu çok sevmezdim ama arada oynadığım olurdu.

Taso: Benim çocukluğumda yeni yeni türemeye başlamıştı bu oyun. Şimdiki 'beyblade'lerin atasıdır.

Gazoz kapağı: Tasolar çıkmadan önceleri biz gazozların kapaklarını taşla ezerek düzeltirdik. Aynı Taso gibi oynardık onlarıda.

Simit: Ne babayiğit delikanlılar dayak yedi bu oyunda. Ebenin bir kutusu olur. ( Ne biçim cümle lan bu?) Simiiiiit diye bağırarak koşar, nefesi kesilmeden birine değerse o kişi kutuya girene kadar dayak yer, değemezse ebe kutuya girene kadar dayak yer. En çok kavga bu oyunda çıkardı.

Oyun bitmez bizde, ortada sıçan, yakartop, istop, elim sende, şişe çevirmece, doğruluk mu cesaret mi, körebe, tıp, isim bitki, sos, beş taş, üç taş, sessiz sinema... Saydıkça geliyor. Hiç oynayacak bir şey bulamazsak birbirimize laf sokardık kavga ederdik.

30.04.2013
Özgür

23 Nisan 2013 Salı

Zorba Aşk


Burcu Güneş Zorba Aşk




"Sevmek zor değil aslında, zor olan yanlış kişiyi sevmek."

Çiçekçiye gidip, güzel, kırmızı bir gül seçmişti. İlk buluşmasında her şey mükemmel olsun istemiyordu. Sadece sıcak olsun, samimi olsun istiyordu. Bu yüzden süslü püslü binlerce söz ve şiir yazabilecekken, sadece "Seni Seviyorum" yazdırdı çiçeğin üzerine.
Mutluydu, çünkü aşık olduğu kıza ilk kez söyleyecekti sevdiğini. Tabi eğer kız buluşmaya gelseydi...

Gelmedi. Ve o gün telefonlara da cevap vermedi. Suçluydu çünkü ve suçluluk duygusunu dibine kadar hissediyordu.
O kırmızı gül on gün kaldı arabasının bagajında.

Ama vazgeçmedi hemen. Bir hediye aldı ertesi gün. Telefon açtı buluşmak istedi. Yine havasını aldı. Kız bir türlü buluşmak istemiyordu.
Aslında adam neden oyalandığını tahmin ediyordu. Kızdan hoşlanan tek kişi olmadığını ve bunun da kızın kafasını karıştırdığını biliyordu. Zaten ilerisi için bir umudu da kalmamıştı. Sadece içindekini söyleyip rahatlamak istiyordu.Tüm bu uğraşlar bir ay sonra reddedilinceye kadar devam etti.

İnsanın sevilmediğini öğrenmek için en azından bir "Seni Seviyorum" deme hakkı olmalı.

"Kendimi yakıtı bitmiş bir kamyonun mazot pompası gibi hissediyorum, sürekli havamı alıyorum."


Siz hiç birisine aldığınız bir hediyeyi veremeyip, parçalayarak çöpe attınız mı?
Bir gül on günde kutusunun içinde ne hale gelir bilir misiniz?
Peki insanın sevdiğini unutması için ne kadar zaman gerekir?

23.04.2013
Özgür

20 Mart 2013 Çarşamba

Sakın Düşme



Bir kere dibe vurduysan boku yedin demektir. Dünyanın en gerizekalı, beceriksiz, yeteneksiz insanıymışsın gibi davranmaya başlar çevrende ki herkes. Aslında herkes hep öyle davranıyordu ama onları bir şekilde kaale almıyordun yada verecek bir cevabın oluyordu çünkü hayatın yolunda gidiyordu. Sonra ne oldu? Ayağın tökezledi ve tepetaklak yuvarlandın. Artık herkes birer uzman oluverdi hayatında, her şeyi biliyorlar, hem de her şeyi...
"Bilmemkimin oğlu çöpçülük yaparak ekmeğini kazanıyor, sende git yap." Bu duyacağın ilk örneklerden. Bilmemkimin oğlu çöp toplayarak para kazanmıyor aslında, çöpçülüğün yanında hırsızlık da yapıyor. Bunu senin bildiğin gibi onlar da biliyorlar ama bunun konumuzla ilgisi yok değil mi? Çünkü burada önemli olan senin eziklenmen, moralinin çökertilmesi.

Daha güzeli de var. Başka bir bilmemkimin oğlu havuza giderek zayıflamıştır. Aslında sen de spor yapsan zayıflarsın. Her gün yürüyüş mü yapıyorsun? Yetmez, koşacaksın. Koşuyor musun? Yetmez, uçacaksın. Uçuyor musun? Yetmez, götüne baget sokup trompet çalacaksın onunla. Niye? Çünkü yaptığın her şey eksik yada yanlış. Doğruyu bilemeyecek kadar embesilsin çünkü.

Başkalarının geçmişteki yanlış kararlarının cezasını bir ömür çekeceksin. Çocukluk dönemindeki zeki çocuk berbat bir eğitim kararından dolayı küstü oturuyor bir kenarda. Ayağa kalkmıyor, kalkmayacak da bundan sonra. Bunun farkındasın ve hayatının geri kalanına kimsenin müdahale etmesini istemiyorsun.
Ama sinir sistemlerini bozmalarına müdahale edemiyorsun. Başkasının doğrusuyla yaşamaktansa, kendi yanlışınla ölmeyi tercih ediyorsun. Doğru olan da bu zaten. Ama insanın her hamlesi mi elinde patlar be kardeşim?
Ulan hiç mi şans tutmaz?
İnsan hep mi karın ağrısı kılıklı tipleri çekmek zorunda kalır?
Yahu bir işin de senin kontrolünde kalsın. Her şey hesap ettiğin gibi gitsin, geleceğe dair planların işlesin.

Doğuştan cenabetsin kardeşim. Hayat sana hep kazık atacak. Hep kaybedeceksin.

Kimsenin iyi niyetli olduğuna inanma. Çünkü kimse iyi niyetli değil. "Senin iyiliğin için konuşuyorum" diyorsa karşındaki bil ki kötülüğünü en çok o istiyordur.

Dost acı söylemez kardeşim. Dost acını paylaşır, canını acıtmaz. Sadece dost görünenler acı söyler. Bunu okuduğun zaman gerekli dersleri çıkaracaksın zaten. Bazı şeyleri sadece çeken bilir.

Bildiğim bir şey daha var, bundan sonra çok acımasız olacaksın, düşene el uzatmayacaksın. Nasıl biliyorsan öyle yap kardeşim. Ne yaparsan yap ama sakın düşme kardeşim!
Sakın düşme!..

Özgür
15.03.2013

28 Şubat 2013 Perşembe

Sinirbaz

 Sevgili  Pehito bana hediye göndermiş. Paketi bir açtım içinden ben çıktım. Meğerse arkadaşım bana beni sormuş. Bakalım ne çıkacak.

1-En son kime yalan söyledin, neden?
Kendime. Eğer kendime bu kadar çok yalan söylemiş olmasaydım şimdi daha mutlu olurdum.

2-Biz okumuyoruz farz et, kendine bir itirafta bulun.
Paran yok oğlum iş falan kuramayacaksın salak salak düşünüp durma. Bir de o kızın artık bir sevgilisi var ve onunla gayet mutlu. Unut onu!

3-En son severek okuduğunuz kitap hangisi?
Kayıp Sembol Dan Brown
Zar Adam Luke Reinhart
4'ün Kuralı İan Caldwell
Aslında daha çok var, hepsini de hevesle okudum.

4-Şu an istediğin işi mi yapıyorsun?
Hayır. İstediğim işi hayatım boyunca yapamadım ki.

5-Mutlu musun?
Kesinlikle hayır.

6-Öleceğini bilsen, ömrünün son zamanlarını nerede, kimle geçirmek isterdin?
Mezarlıkta. Empati yapmak açısından.
 Bir de geri kalan ömrümde ikamet edeceğim yer hakkında bir kaç bilgi edinmek istememin neresi garip acaba? Yanımda sevmediğim herkes olursa da memnun olurum.

7-Favori şarkıcın ve şarkısı?
Onur Akın Asi ve Mavi
Grup Kedi Aptal

8-Her bölümünü heyecanla takip ettiğin dizin var mı?
İşler Güçler. Eskiden Mahşer-i Cümbüş'ün Anında Görüntü Show'u vardı, gece yarılarına kadar oturur izlerdim oyyy oyyy.

9-Keşke...?
Keşkek. Olsa da yesek.

10-Kötü alışkanlıkların var mı?
Patavatsızlık. Yalaln söylerken Pancar Rengi olmak. Çabuk sinirlenmek, aynı oranda çabuk sakinleşememek. Aşık olmak ve her seferinde aşkına karşılık bulamamak. Sadece senede bir kere alkol almak. Sigara içmemek. Arkadaş ortamında sevimli insan olmak. Kadınların benimle sevgili olmak yerine arkadaş olmayı tercih etmesi.

11-Sence ideal eş nasıl olmalı?
Karnından sıpayı sırtından sopayı... yok lan bu böyle değildi. Evimin gadını çocuklarımın anası... Yok bu da olmadı. Sokakta hanfendi, mutfakta aşçı, yatakta... yok ya bu da değil. Yahu bilemedim şimdi. Hah buldum, ideal eş aslında hiç olmayan eştir. Yok arkadaş ideal eş falan nereden çıkarıyorsunuz bunları, hepsi tamamen hurafe.

26 Şubat 2013 Salı

Totemin Kıblesi

Totomun kıblesi değil bak yanlış anlaşılmasın lütfen.

Sevgili Admin Panpa arkadaşım bana hediye paketi yollamış. İçinden cevaplamam üzere 10 tane soru önergesi çıktı. Mecliste yaptığımız uzun toplantılar sonucunda cevaplama gereği hissettim. Zaten böyle soru cevap şeklinde olunca eğlenceli de oluyor diye düşünüyorum.

1. Yabancı dil biliyor musun?
Tabii ki. Mesela bazıları; İngilizce, Almanca, Flemenkçe, Çince, Arapça, Polakça, Lehçe, Japonca, İbranice, Farsça, Rusça. Bu dillerin hepsi bana yabancı. Özellikle Rusça'ya yabancı olmak çok dokunuyor.
Çok iyi bildiğim bir dil var o da Yalancı Dil. Konuşamıyorum ama anlayabiliyorum.


2. En son okuduğun kitap hangisidir?
Luke Reinhart Zar Adam, Zar Adam'ın Peşinde. ( "Ahmaklar tarafından oynanan bir oyunda çaresiz bir piyonum ben" sözü Luke Reinhart'a aittir mesela bana ait değil. Ayrıca bu sözü kimsenin bilmemesine, daha doğrusu herkesin dikkatinden kaçmış olmasına çok şaşırıyorum. Araştırdım, benim blogumdan ve bana ait sosyal paylaşım sayfalarından başka hiç bir yerde bulamadım.)

3. Sinema mı tiyatro mu?
Tiyatro. Şarkılarında Akustik versiyonlarını ve canlı okunanlarını severim mesela. Tiyatro canlı canlı oynandığı için daha çok ilgimi çekiyor. Bir de repliklerini unutup kıvrandıkları zaman daha eğlenceli oluyor. Özellikle Doğaçlama tiyatroyu çok severim. Bu konuda hayranı olduğum tek bir grup var o da Mahşer-i Cümbüş.

4. Rüyaların renkli mi?
Rüya görme özürlüyüm. Renkli veya Siyah Beyaz değil bildiğin Siyah ekran veriyor benim rüyalarım. Galiba printer'da renkli kartuşta bir problem var bütün rüyalar siyaha boyalı geliyor.


5. Yaptığın en çılgınca hareket nedir?
İshalken hapşurmak değil tabii ki o kadar çılgın olamadım daha. Tutmayacağını bile bile iddaa kuponuma 7+ lık maç yazmak olabilir. İşsiz kalacağını bile bile patronla restleşmek olabilir.  Ama en çılgıncası yüzüncü yıl caddesinde ( Antalyalılar bilir.) travestilere laf atmak oldu. Hayatım boyunca hiç bir zaman peşimden o kadar kadın koşmamıştı. Tamam kadın kısmı biraz şüpheli olabilir ama nasıl kaçtığımı ben bilmiyorum.

6. Bir hayvan olsaydın kim olurdun?
Goril. Açık ve net. Hatta Goril olarak dünyaya gelecekken son anda hatlarda meydana gelen bir karışıklık yüzünden insan olarak dünyaya geldiğimi düşünüyorum. Reenkarnasyona inansaydım Gorilkarnasyon olurdu benimki.


7. Çocukken en çok neyden korkardın?
Herhangi bir hayvandan veya insandan korktuğum hiç olmadı. Hatta Yılan ve Fare katliamı yapmışlığım da var. ( Üç çuval fare ölüsü diyeyim midenizi tutarak kaçışan siz olun. )
Ama karanlıkta tek başıma mezarlığa gidip alkol alarak mezarı açıp ölü çıkarmaktan ve ölüyle top oynayıp tekrar yerine koymaktan korkarım. Birde yerinden çıkarıp top oynasam bile kıbleyi bulamayacağım için muhtemelen yönünü ters koyarım.


8. Mesleğin nedir?
Elektrik Teknikeriyim. Ama genel olarak ameleyim. Her türlü ağır ve kazançsız işte çalıştım ama okuduğum okulun nimetlerinden bir türlü faydalanamadım. He birde potansiyel işsizim. Çalıştığım zamanlarda bile işsiz olarak kayıtlara geçmem gerekiyor. He birde inanılmaz bir yeteneğim var, girdiğim her ortamda mutlaka kendimi sakatlıyorum.


9. Bu ülkede olmasa başka hangi ülkede doğmak isterdin?
Doğmak konusunda bazı sıkıntılarım var. Doğmamış olma jokerimi kullanmak istiyorum. Niye doğmak zorundayım ki? Doğmak istemiyorum. Doğmak istemediğimi söylemiş miydim? Ama İsveç fena olmazdı aslında. İsveç'te mi doğsam ki? Fena fikir değilmiş, tekrar düşündüm de kesinlikle doğmak istemiyorum...


10. Totem gibi kullandığın ve en çok sevdiğin eşyan var mı?
Benim bildiğim totem diye büyük reklam panolarına denir. Hiç öyle büyük reklam panom olmadı. Şans konusunda ciddi sıkıntılarım olduğu için herhangi bir uğura da ihtiyacım olmuyor. Kıçıma totem soksam yine herşey ters gider yani.