10 Haziran 2010 Perşembe

A.T.S. (Askeri Terimler Sözlüğü)


Fosil: Kendi devrelerine 45 günden az olmamak koşuluyla takılan kişilere denir. Eziktirler, büzüktürler. Ama en önemlisi buçukturlar. 90/1,5, 90/2,5 misali. Ama alt devreliklerini de devrelerinden daha az yaptıkları için bir yönden de şanslıdırlar. Bunlara fosil denir çünkü genellikle bastonlarını görerek teskere alırlar.

Baston: Celp sıralamasının en alttakinin bir üstündeki celptir.
Tamam ya saçma bir açıklama oldu toparlıyoruz Allah Allah ya...
Normal şartlarda bir asker dört celp görür. Bunlar Alt devre, çömez alt devre, piç torun ve öz torunlardır. Öz torun en üst celbi teskereye gönderen devredir. Ama fosil arkadaşlar bunlarla değil bir sonrakiyle teskereye gider. Yani bastonlarıyla. Eğer onlarla da teskereye gidemezse Mezar taşını görür ki bu askeriye de yaşayabileceği en büyük ezikliktir...

Mezar taşı: Ürkütücü görünebilir ama öyle değil işte. Çok biliyonuz herşeyi zaten peh...
Mezar taşı devrelerinin askere gittiğini duyan bir kişi sevinir. Çünkü teskere aldığı tarihin üzerinden 6 ay geçtiğini gösterir bu. Vay anasını ya görür müyüz biz o günleri ...

Neyse konumuza dönelim.

Öz torun: Bu kişiler en üst devrenin biletidir. Bunlar askere geldiği zaman öz dedeleri teskere alır özgürlüğüne kavuşur. O yüzden candırlar, sevilirler. Keşke gelseler el üstünde tutsam sevsem, kafalarını okşasam şafak alsam hepsinden...

Neyse konuyu saptırdık yine...

Piç Torun: Bu kişiler şanssız kişilerdir. Piç gibi ortada kalmışlardır. Her işi yaparlar. Altlarına yeni bir celp gelene kadar da ezilmek zorundadırlar... Piç dedelerini hiç sevmezler. Sevmemekte de haklıdırlar, askerliği kendilerine zehir eden kişiler onlardır çünkü... Gittiler de kurtulduk çok şükür...

Şafak: İşte askerliğin adı. Ne zaman şafak biter askerlik biter. Sayılan her günün, doğan her güneşin adıdır. Her gün gece 12'de başlar 12'de biter. Keşke hızlı hızlı geçse. Nerede o günleeerrr..... Ayrıca Mehtap diye kızım olacağına Şafak diye oğlum olsun da derler. Aslında ben Mehtap'ı daha çok seviyorum. Aşığım ona sevgilim olmasını istiyorum...
Neyse konumuza dönüyoruz...

Mehtap: Acemi birliğinin biteceği günü beklemek, izine gidilecek günü beklemek olarak özetleyebiliriz. Yalancı bir bekleyiş, kendi kendini aldatma hikayeleri, umut hikayeleri, sanki askerlik bitiyormuşçasına yalan bir bekleyiştir bunun sonucu. Çekicidir çünkü aldatır insanı. Aynı sahte aşklar gibidir. Onun için sevilmez.

Çavuş: Kendini bulunduğu takımın orgenerali sanan kişiye denir. Kolunda iki kıytırık rütbe vardır ama sorsan bir kamyon taşşağı olduğunu iddia eder. Birazcık terbiyesiz bir açıklama yapmış olabilirim ama....
Hiçte bile terbiyesiz değil işte. Burada biz ona öyle diyoruz.... O terimi de ayrıca açıklayacağım..

Onbaşı: Çavuşa nazaran daha az taşşağı olan kişiye denir. Her işi bu şahsiyet yapar, her yere koşturur ama sonunda komutandan aferin'i alan çavuş olur. Eziktir büzüktür. Ama rütbesi dolayısıyla sadece çavuşa karşı eziktir...

Er: Taşşak yoksunu kişiye denir. Rütbesi yoktur. Bi boka yaramaz ameleden farksız kişiliktir. Bazılarının hiç bir vasfı bile yoktur. Hele ki alt devreyse hepten armuttur, hepten eziktir.

Taşşak: Bir nevi her yere elini uzatabilen, herkese sözünü geçirebilen, bir dediği iki edilmeyen kişilerdir. Askeriye dışında aslında hiç bir halt değillerdir ama askeriye bu kişilerin götünü aşırı derece de şişirdiği için insanların ya sabır çekmesine neden olurlar. Genellikle sevilmeyen kişilerde bulunur ancak istisna olarak da olsa insanlarla geçimi iyi kişilere de verildiği olur. İkincisi olursa hayat çok eğlenceli olur, askerlik karnavala dönüşür...

KADEME: Ahanda baş belası. Ahanda 20 kilo vermeme neden olan lanet yer. Ahanda ezildiğim yer. Ahanda sanayideki çıraklık döneminde yapmadığım şeylerin daha fazlasını yapmama nerden olan yer. Ahanda askere geldiğime lanet ettiğim yer.
İlk başlarda askerliğin bana ızdırap olmasına neden olmuştu bu yer. Ama daha sonra kademecilerle olan ikili ilişkilerim geliştiği için artık orada fazla yardırmıyorum. Kademe bir nevi tamirhanedir. Koskoca otobüsleri kademeye çektiğimiz için eziyeti de koskocaman oluyor. Yapacak bir şey yok mabede giren şemsiye açılmaz..

Revir: Tam teşekküllü hastane diyeyim siz inanmayın. Usta birliğimde bir revir bile yok. Ancak acemi birliğimde bir adet vardı. 3000 kişilik taburda 30 yataklı bir revir. Lafta askerin sağlığı için çalışıyorlar. Böbrek taşından iki kere revire çıktım ikisinde de daha doktorla oturup adam akıllı konuşamadan taşımı düşürdüm. Düşünün artık ne kadar hızlı çalıştıklarını. Zannedersin ki uzay yolu. Sabah 5'te rahatsızlanıp saat 11 civarında doktorun karşısına ancak çıkabildiğin bir rezillikler bütünü...

Platform: Nam-ı diğer çarpılma mekanı. Bir nevi otogar olarak düşünebiliriz. Yolcuları alıp bıraktığımız yer burası. Birlik komutanının milletin çarşısını kilitlemek için dört gözle şöförlerin hata yapmasını beklediği yer. İki kere burada hata yaptım nasıl olduysa ikisinde de çarşımı kilitlemedi. Galiba iyi gününe denk geldik... Şans işte...


Neyse bu değerli bilgilerin devamını ileriki zamanlarda getiririz. Şimdilik bu kadar yeter. Herkese saygılar sevgiler. Kendinize iyi bakın. Hoşçakalın.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Çok Gerekli Bilgiler Serisi

Eveeeeeeetttt. Geldik ikinci haftanın sonuna. Bendeniz cennetkuşunuz mr lonely tekrar akşam saat 5'e kadar hürgeneral oldum.
Eskisi gibi yazılar yazmayı çok isterdim ama gündemi takip edemediğim için ot gibi yaşıyorum. Hiç bir şeyden haberim yok. Onun için ben de alaydan bir şeyler yazayım bari.

İlk önce günün anlam ve önemini belirten bir konuşma ile başlamak istiyorum.

Çarşı izninin anlamı;
Çarşı izni, haftanın altı günü yaklaşık 3000 tane kamujlajlı erkeğin içinde yaşayan Türk askerinin sokağa çıkıp ağzından salyalarını akıtarak dışarıdaki güzel kızlara baktığı gündür.
Ayrıca kadınlar konusunda uzman olan (olduğunu zanneden) bir tabur erkeğin yemin törenine kadar birbirini şişirmesi sonucu oluşan gazla dışarıdaki bütün kızların, onun dışarıya çıkıp kendilerine laf atmasını beklediğini zannettiği gündür.
Akabinde kızlara laf atılır, kızlar tarafından geri zekalı cevabı alınır ve gaz boşalır.

Çarşı izninin önemi;
Çarşı izni çok önemli ve gereklidir. Çünkü, ilk izne çıkılan gün olan yemin törenine kadar yaklaşık bir ay geçer ve bir ayın sonuna kadar dış dünyanın nasıl bir yer olduğunu unutursunuz. Kamuflajlı askerler dışında içeride gördüğünüz canlı türleri ağaçlar, otlar ve köpeklerdir.
Köpeklerin hepsinin ayağının kırık olması konusuna hiç girmek istemiyorum. Aklıma kötü şeyler geliyor çünkü.
Hayır hayır, Türk askeri köpeğe tecavüz etmez abartmayın lütfen.

Çarşı izninin önemiyle devam edelim.
Dışarıya çıkamadığınız bir ay boyunca konuşulan muhabbet hiç şaşmaz. İki konu mevcuttur.
İlk konu;
- Askerlik bu yıl 12 aya düşecekmiş lan
- Ya bi sktir git, kaç milyon kişi o hayalle askerlik yaptı.
- Oğlum valla bak televizyonda duydum.
- Ya bi yürü git işine. Kafamı bozma.
- Görürsün bak askerlik düşecek bu yıl.
- Askerliğini de, düşüreni de kaldıranı da var ya, bi sktir git ya.

İlk konu böyle uzar gider. Askerlik düşecek mevzusundan midem bulanmaya başladı artık.

İkinci konu aynen tahmin ettiğiniz gibi. Askeriye de en çok satılan gazete Şok gazetesi ve Posta gazetesi.
Posta'da Haydar Dümen abimizin ulvi ve derin bilgilerinden faydalandıktan sonra Şok gaszetesindeki çıplak manken resimlerine bakılır. Sonra da çeşitli fantaziler kurulmaya başlanır. Sonra o hayallerle gerçek hayat o kadar iç içe girmeye başlar ki tuvaletlerde Şok gazetesindeki güzel bayanların resimleri sırılsıklam olmuş vaziyette bulunmaya başlanır.
Herkes sivil hayatında nasıl bir Rambo olduğunu, yatakta yirmi kaplan gücünde olduğunu anlatır durur.

Çarşı iznine çıkıldığında bu iki konunun da palavradan ibaret olduğu ortaya çıkar. Bu yüzden çarşı izni çok önemlidir.


Neyse bu haftalık bu kadar bilgi yeter. Bir daha ki hafta ceza yemezsem yorumları cevaplarım inşallah.
Ayrıca kardeşiniz üstün başarılarını(!)  askerde de sergiliyor. Bu hafta Astsubayın sorduğu soruya doğru cevap verdiğim için çift çarşı kazandım. Arkadaşlarım içerde ben dışardayım. Yarın yine çıkıyorum.
Ama kardeşiniz üstün başarılarını sergileyip çarşı iznini kilitletebilirde. Onun için uzun süre görünmezsem bilin ki ceza almışımdır. :))


Saygılar- Sevgiler- Herbişeyler
Kendinize iyi bakın. Baş baaşşşş.


03.04.2010
Mr_Lonely

16 Şubat 2010 Salı

Manisa Alaşehir 2. Ulaştırma Personel Eğitim Merkezi

İşin özü bu yazıyı yazdığım gün neşem gayet yerindeydi. Ama şu anda bütün hevesim kaçmış durumda. Muhtemelen sevk yiyip geri geleceğim.
Kademeci olacakmışım gibi yazmışım yazıyı ama Ulaştırmacı oldum. Şöför yani...
 Sizlere iyi okumalar diyeyim. Bu arada yorumları yayınlamam ve cevaplamam geç olabilir. Bunun içinde şimdiden özür dilerim...


Bu bir veda konuşması değildir. Veda etmekten nefret ederim. Veda etmesi gereken tek insan vardır, o da ölmek üzere olan kişi. Benim ki fakir avuntusu.
Hani kuru ekmeği verirsin eline, yanına da bir şişe hazır su verirsin, adam o ekmeği biftek, suyu beyaz şarap zanneder. Hatta hazır suyu içmez bile özel günleri için saklar.
Ya da bir tabak pilav koyarsın önüne, havyar verdiğini zanneder.
Gerçi havyar koysan önüne yemez ki. Yenir mi lan o iğrenç şey. Iyyy.
Neyse lafı uzatmayalım, konumdan saptırıyorsunuz beni. Kafamı karıştırmayın kardeşim yazı yazmaya çalışıyoruz şurada. Allah Allah ya.
Benim durum da bu fakir yeğenimiz gibi, avutuyorum kendimi.

Şöyle avutuyorum, aslında ben askere gitmiyorum. Karayiplere tatile gidiyorum. Bir buçuk yıl sürecek tatil. Sağ tarafımda beyaz kızlar, sol tarafımda siyah kızlar olacak. Manzaramı bozuyorlar biraz, etrafı göremiyorum ama olsun. Onlar başlı başına birer manzara zaten.
Bütün kızlarla aynı yerde kalıyoruz. Odalar birleştirilmiş ranza tarzı yataklar yerleştirilmiş, yaklaşık 1500 tane kadın ve ben, birlikte tatil yapıyoruz.

“Ulan bu salak ölmüş haberi yok.” Dediğinizi duyar gibiyim. Evet öldüm ne olmuş yani aç tavuk kendini buğday ambarında zannedermiş. Nasıl olsa hayallerim kıçımda patlıyor. Emin adımlarla yürüdüğüm her yolun sonunda uçurum çıkıyor karşıma gidemiyorum hedefime. Ben de olmayacak hayaller kuruyorum artık ne yapayım.

Bundan tam 7 ay önce bir sınava girdim. Adı DGS. Bilmeyenler (...şuradaki yazımı...) okuyabilirler. Hayatım boyunca Ösym tarafından açılan sınavlar arasında, girdiğim en kolay sınavdı. Mühendislik fakültesine gitmeyi garantilediğimi düşünüyordum sınavdan çıktığımda. Sınavdan sonra cevaplarımı kontrol ettiğimde de kendimi teyit ettim. Evet iyi bir puan gelecek diye düşünüyordum. Ufaktan hazırlıklar, planlar falan yapmaya başladım. Gideceğeim yerde yurt yoksa şöyle yaparım, varsa böyle yaparım, iş bulurum part time çalışırım, bursa başvururum falan filan. Bundan tam 5,5 ay önce sınavın sonuçlarını aldım. Gelen puan hiçbir yere yetmiyordu. Daldan düşmüş ARMUT gibi kaldım tek başıma. Ösym’ye şikayet dilekçesi falan gönderdim ama yemedi tabi açıkta kaldım.

Görüldüğü gibi 5 ayda insanın hayatı 180 derece tersine böyle dönüyor. 5 ay öncesine kadar aklımda askerlik diye bir şey yokken, ben şimdi askere gidiyorum. 5 ay önce okulu kazanınca hangi yurda yerleşirim acaba diye düşünürken. Mühendislik fakültesinin dersleri nasıldır acaba diye araştırmalar yaparken, şimdi acemi birliği kaç ay sürecek acaba, yüksekokul mezunu olunca direkt çavuş talimgahına düşer miyim acaba diye düşünüyorum.
Yeşil don, yeşil atlet alıp zulalayacağım. Hırsızlık olayları oluyormuş bolca. Donlarımın içine küçük kesecik gibi şeyler dikmem gerekiyormuş, param olursa oraya koymak için.

Ben elektrikçiyim ya, belki beni kademeye alırlar. Komutanların evlerinde falan arıza olunca götürürler beni. Geç lan yap şunu diye.

“Komutanın birinin güzel bir kızı vardır, bildiğin dünyalar güzeli. Bir gün arıza olur ve lonely o komutanın evine gider. Arızayı bulur ve tamire koyulur lonely. O arada kız lonely’e aşık olmuştur. İç geçirir durur. Bütün alem ona, o lonely’e aşıktır. Ancak mr lonely gönlünü kapatmıştır. Hem zaten o komutanın kızı, olmaz öyle aşk falan. Komutana saygı diye bir şey var lan. Kırarım ağzını. Zaten lonely’nin peşinde bir dünya kız var ona mı kalmış? Hıh. Ancak öyle olmaz. Kız lonely’nin içeceğine uyku ilacı katar, sonra yatağına götürür ve bağırır. İmdaaaaattt. Bu bana tecavüz etti babaciim. Evlendir bununla beni. Komutan çıkarır G3’ü dayar lonely’nin kafasına, ya evlenirsin bu kızla ya da kafanı unut. Lonely çaresiz kabul eder bu fıstık gibi kızla evlenmeyi. Sonra evlenirler mutlu mesut geçinip giderler.”

İç Ses: Lan yalancı geri zekalı, aptal, manyak. Kim var lan peşinde, yolda gören iki metre uzağından geçiyor. Haydi onu geçtim, öyle güzel kız sana aşık mı olur lan mal. Haydi onu da geçtim, Kim evlenir lan seninle? Çirkin Bety bile senin yanında Elizabeth Hurley kalıyor oğlum. Kendine gel.

Ya bu geri zekalı iç ses benim kurgu hikayelerime bile karışıyor. Çık lan erkeksen ortaya. İçerden içerden konuşuyorsun var ya kırarım kafanı hee.

Ben aşk meşk hikayesine girmeyecektim. Neyse kaldığım yerden devam ediyorum. Benim gıcık olduğum bir komutan olur mutlaka. Bir gün onun evinde bir arıza olur ve gideriz. Ben buna gıcığım ya, evdeki anahtarların hepsinin kenarından birer faz kablosu çıkarırım. Işığı her açmak istediğinde elektriğe çarpılır. Ertesi gün yine beni çağırır. Ben giderim, “Aaaa komutanım faz toprak arası kısa devre olmuş hemen çözeriz.” falan derim. Arızayı çözmem. Kafayı sıyırana kadar elektriğe çarpılıp durur.

Aklımda bir komplo teorisi daha var. Mesela gıcık olduğum bir komutan mı var? Hemen 155 polis imdat aranır ve bir ihbarda bulunur. Bilmem kim komutan Ergenekon örgütünden birkaç kişiyle gizli görüşmeler yapıyor. Kapıyı dinlerken duyduğum kadarıyla darbe yapacaklarmış. Ohhh. Ben askerliği bitirene kadar içerden çıkamaz o.

Eğer gittiğim yerde kilom yüzünden hava değişimi almazsam, bir buçuk yıl sürecek bir maceraya adım atmış bulunacağım. Ben internetle bütünleşmiş bir Alien’im. İnternetsiz yaşayamam. Bir şekilde bir yerlerden internete girerim diye düşünüyorum. Mutlaka anlatacaklarım olacaktır ama yazacaklarım eğlenceli şeyler mi olur, yoksa başıma hep hüzünlü şeyler mi gelir bilemiyorum. Ama şu kesin, interneti olmayan bir şehire düşsem bile yazarım. Bir not defteri alırım ve ona yazarım. Askerlik bittikten sonra hepsini bloguma aktarırım. Yazmak benim taaa çocukluğumdan beridir hobim. Dördüncü sınıftayken hocamız bize hikayeler yazdırırdı. Benim hikayelerim hep sıra dışı olurdu. Akla mantığa uymayacak şeyler yazardım. Eşeği kurtuluş savaşına sokardım, kendi Malkoç oğlu karakterimi yaratırdım. Bir tane adam 500 kişilik grubun içine dalardı hepsini öldürürdü, kendisi bir çizik bile almazdı. Böyle hikayeler işte. Hoca bir taraflarıyla gülerdi yazdıklarıma. Ben düşünürdüm kendi kendime, niye gülüyor lan bu, derdim. Sonradan hak verdim gerçi adama. Neremden uydurduysam artık bilmiyorum. Keşke o defterim kaybolmasaydı da hepsini bloga ekleseydim.

Neyse daha acemi birliğinden, usta birliğine geçerken verecekleri bir hafta izin var. O arada da yazarım bir şeyler. Ama acemi birliğindeyken en az bir ay dışarıya çıkamayacağım için, bir ay buralar size emanet.

Yolculuk tarihim:24.02.2010
O güne kadar yine konuşuruz tabi. O güne kadar göremediklerim olursa, ya da yazılarımı, blogumu o günden sonra gören duyan olur da ben burada olamazsam, hepinize teşekkürlerimi sunuyorum.
Ayrıca blogu düzenli olarak takip edemeyeceğim için yorum denetimini açtım. Ne olur ne olmaz belki gelir birisi saçma salak mesaj bırakır ben uzun süre görüntüleyemeyeceğim için orada sinirlerinizi bozar. O yüzden yorumlar bir süre benim kontrolümde kalsın.  :))

Geçenlerde adsız bir yorumcu için kendimi tanıtmıştım zaten ama daha fazla detay ve farklı bir hayat hikayesi okumak istiyorsanız BURAYA tıklayabilirsiniz.
Özelden ve tüzelden bana ulaşmak isterseniz BURAYA tıklayarak telefon numaramı alabilirsiniz. Hattımı Ara Beni Boya Beni hatlarına yönlendirdim ki ben askerdeyken canınız sıkılmasın Telekızlarla konuşun istedim.


Hakkınızı helal yapın. Kalın Sağlıcakla. Beni özleyin anacım. Baaay. :)))



19.01.2010
Mr_Lonely

 

4 Şubat 2010 Perşembe

TBMM World Combat Cup

Orhan Erdem (Akp Konya) Fight Cumali Durmuş (Mhp Kocaeli)
Hakem : Güldal Mumcu (Chp İzmir)

Her şey milyonlarca insanın severek izlediği bir Kick Boks maçıyla başlamıştı oysa.
İki yiğit çıktı meydaneee, ikisi de birbirinden merdane.
Yok pardon o yağlı güreşçiler içindi karıştırmışım.

Başbakanına Peygamber diyenleri uyarmak isteyen Akp’li boksör, rakibi Mhp’li boksörün köşesine gitmiş, antrenörüne bakın o peygamber değil demek istemişti. Ancak Mhp’li boksörün antrenörü kendisine bunu biz demedik ki sizin klübün junior boksörü söyledi deyince, yanlışlıkla rakibine yumruk atıverdi Akp’li sayın Erdem.

Raunt arasında bir şeyler olacağını sezen hakem Mumcu, maçı on dakika erteleyip hakem odasına gitmişti.
Hakem odasına çekildiğinde, ortalı karışmış, basit bir Kick boks maçı olarak başlayan olaylar bir Smack Down turnuvasına dönüşmüştü.
Smack down maçlarının tek kuralı, kural olmamasıdır.

Akp’li vekil rakibine raunt arasında saldırınca, rakibin antrenörü çıkıp Akp’li vekili saf dışı etmişti. Bunu gören diğer antrenör de sahaya girerek Mhp’li antrenöre yumruk atarak Smack Down maçının resmen başladığını ilan etmişti.

Bu sırada olaylar birbirine girmiş, havada sağlık bakanları uçuşmaya başlamıştı.
Malkoçoğlu misali arkadaşlarını kurtarmak isteyen bakan, önündeki tek engel olan gözlüklerini de çıkarmış, artık yenilmez olmuştu.

Yıllarca Kick Boks eğitimi almış olan Akp’li vekil, Smack Down tecrübesi olmadığından ne yapacağını şaşırmıştı ve kalabalıkta denk getirdiği birisine yumruk atmak isterken parmağı kırılmıştı.

Bu sırada Akp Spor Kulübü başkan yardımcısı, hakemin odasını basarak kendisini tehdit etmekle meşguldü.
Bana bak ulan kadın, git maçını adam akıllı yönet. Maçı bizim kazandığımızı ilan et.
Bak bizimkiler kavga etmeyi çok iyi bilir. Kick Boksçularımızı sahadan çekeriz Smack Down’cılarımızı saha süreriz oradaki herkesi ezer geçeriz. Sonra da senin üzerine salarız.
Kamuoyunda sulu göz olarak tanınan Akp spor Kulübü başkan yardımcı, bir anda aslan kesilmişti.

En son olarak, Akp Spor Kulübü genel başkanı ve Türkiye Kick boks Federasyonu Başkanı sayın RTE hakem kürsüsüne geçmiş ve maçı kendilerinin kazandığını ilan etmiştir.
Bu ülkede en iyi biz söveriz, en iyi biz döveriz mesajı gayet net bir şekilde verilmiş oldu.

Bu arada, biz iktidara geldiğimizden beridir mecliste kavga çıkmıyor diyen Akp’li arkadaşlara buradan selam söylüyorum.

04.02.2010
Mr_Lonely

30 Ocak 2010 Cumartesi

Bir Dumur Hikayesi 2

...

Aradan bir iki ay geçmiş, Murtaza okulun en aktif öğrencisi olmuştu. Herkesle konuşuyor, muhabbet ediyor, şakalaşıyordu. Yurdun kantinine indiğinde, her masadan birileriyle muhabbet edebiliyor, oturduğu masada hiç yadırganmıyordu. Düriye bunun farkındaydı. Okulun en yakışıklı çocuğuyla birlikteydi ama çocuk Düriye’yi deli gibi elinde oynatıyordu. Kız bu durumdan çok şikayetçi olmuş olacak ki bir süre sonra ayrıldılar.


Okulun başlamasının ardından koskoca bir dönem geçmiş, vizeler bitmiş finaller başlamıştı. Murtaza’nın bölümünün en zor derslerinden birisinden sınavı vardı ve odasında deli gibi ders çalışıyordu. Gece saat üç civarıydı telefonunun mesaj zili çaldı. Gecenin saat üçünde gelen mesajın pek hayra alamet olmayacağını düşündü Murtaza. O saatte hiçbir operatör otomatik mesaj atmazdı. Kargaların bile bokunu yemediği saatte birisi onu işletecek de değildi.

Mesajın ne olduğunu merak ediyordu ama okuyamıyordu Murtaza. Çünkü telefonu taş devrinden kalmaydı. Ekranı bozuk olduğu için ne mesaj çekebiliyordu, ne mesaj okuyabiliyordu, ne de gelen aramaların kime ait olduğunu görebiliyordu. Sim kartındaki bütün numaraları ezberlemişti arama yapacağı zaman ezberden yazıyordu. Ancak bilmediği bir nokta daha vardı ki bunu da o gün öğrenmiş oldu. Telefonunun kulaklığı da bozulmuştu ve karşısındakinin cinsiyeti ne olursa olsun ses çok kalın bir erkek sesi gibi geliyordu.

En sonunda merakına yenik düştü Murtaza sim kartı çıkarıp arkadaşının telefonuna taktı. Gelen mesajı okudu, mesajda şu şekildeydi;

“Selam Murtaza, hakkımda ne düşünürsün bilmiyorum ama ben seni çok seviyorum.”

Murtaza inanmadı. Birilerinin kendisini işlettiğini düşünüyordu. Mesaja cevap yazdı;

“ Kim olduğunu söylersen bir şeyler düşünürüm belki.”

Cevap gecikmedi;

“ Kim olduğumun önemi yok. Seni sevdiğimi bil yeter.”

Murtaza’nın arkadaşı dırdır edip duruyordu, “annem arayacak ver artık telefonu” falan diye.
“Benim telefonu kullan iki dakikalığına” dedi Murtaza.
Arkadaşı, “ Lan o takozu nasıl kullanayım ver benim telefonumu” dedi.
Murtaza çok sinirlendi, “ Al lan telefonun kıçına sok” dedi verdi.

Mesajı çeken numarayı bir kağıda yazmıştı. Sim kartı telefonuna taktı ve numarayı aradı. En son 3 kontörü kalmıştı ve kendisiyle dalga geçildiğinden emin olduğu için onu da küfür etmek için kullanacaktı. Numarayı aradı;

- Kimsin sen?
- (Bozuk kulaklıktan gelen erkek sesine benzeyen kadın sesi) Ya kim olduğumun önemi yok.
- (Karşısındaki sesin bir erkek sesi olduğuna kanaat getiren Murtaza) Ulan senin ben taa a..na k..yarım. Yarın çok önemli sınavım var deli gibi ders çalışıyorum dalga geçmenin sırasımı lan top. Ulan bak yakalarsam seni s..rim.

Dıt dıt dıt dıt dıt dıt dıt dıııııııııııııt.


Kontörü bitmişti Murtaza’nın. Daha anasından girip sülalesinden çıkacaktı ama kontör izin vermedi. Telefonu kapatıp dersine geri döndü Murtaza.

O günü de unuttu gitti Murtaza. Sınavlar bitmiş okul tatile girmişti. Koskoca bir aylık sömestr bittikten sonra okul yeniden açılmıştı. Düriye’nin bölümünü merkez kampüse taşınacaktı. Onların eğitiminin devamı oradaydı çünkü. Herkes birbiriyle vedalaşıyordu. Murtaza o bölümden hiç kimseyi tanımadığı için kantinde oturuyordu. Ancak ilginç bir olay oldu ve Düriye gelip Murtaza’ya sarıldı ve “Her şeye rağmen hakkını helal et” dedi. Murtaza neler olup bittiğini hiç anlamamıştı. Okul hayatı boyunca tek bir kelime bile konuşmuşluğu yoktu Düriye ile ne hakkından bahsediyordu ki?

“Helal olsun” dedi kısık bir sesle. Anlam veremediği için soğuk duruyordu biraz. Düriye arkasına baka baka dönüp gitmişti. Murtaza’da yerine oturup hayatına kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Ama Düriye’nin neden dönüp dönüp arkasına baktığına da bir türlü anlam veremiyordu.
“ Niye hakkını helal et dedi lan bu kız bana?”

Bir gün odasında otururken telefonu aklına geldi Murtaza’nın. “ulan şu takozu bir tamir edeyim ya” dedi kendi kendine. Çıkardı takımları söktü dağıttı telefonu. Ekranın bağlantılarını, telefonun tuş takımlarındaki tozları başta aşağı her yeri temizledi kolonyalı mendille. Tertemiz yaptı ve topladı telefonunu. Taktı sim kartını ve açtı. Bir de ne görsün ekran düzelmişti. Mesaj kutusunda 60 küsür tane okunmamış ileti vardı. Ama içinden iki tanesi dikkatini çekmişti. Numaralar tanıdık geldi. Okul kapanmadan önce küfür ettiği numaralardı bunlar. İlk mesajı açtı önce. Şunlar yazıyordu,

“ Senin diğer erkeklerden farklı olduğunu düşünmüştüm ama hayvanın tekiymişsin.”

Anlam veremedi bu mesaja. Ulan hem ibne, hem de bana diğer erkeklerden farklısın diyor diye düşündü. Sonra ikinci mesajı açtı;

“ Sırf merak etme diye söylüyorum ben Düriye”

Murtaza o an anladı Düriye’nin kendisinden niye helalik almaya geldiğini. Baştan beridir kendisine ayı diyenin de o güzel kız değil bu Düriye’nin olduğunu da anladı.

Kendisine ayı dediği için ağzını burnunu kırmak istediği kız aşık olmuştu Murtaza’ya. Ve hiç farkında olmadan aylar önce moralinin bozulmasına neden olan olayın intikamını almıştı.

Sanki bütün dünya dertlerini çözmüş kadar rahatladı Murtaza. Eğer karşısındakinin kız olduğunu bilseydi hayatta küfür etmezdi. Belki de sırf o günün intikamını aldırmak için bozulmuştu telefonun kulaklığı. İlahi adalet dedikleri buydu galiba.

Sonuç olarak, dünya da erkek bitse bile onunla çıkmam diyen kız, Murtaza’ya aşık olmuştu.
“Bırak şu ayıyı” dediği adama aşık olan Düriye, aylar önce yaptığı hakaretin karşılığında daha büyük hakaretlere maruz kalarak iki kere dumur olmuştu.
Aslında Düriye, Murtaza’ya aşık olmamıştı. Onun kafasındaki düşünce, Murtaza’nın etinden, sütünden faydalanmaktı. Aylarını geçirdiği o üniversiteye ziyarete geldiğinde çevresi geniş birileriyle takılıp yalnız kalmamak istiyordu. Ancak Murtaza kendisini dumura uğrattığı için planları suya düştü ve diğer arkadaşları her hafta sonu gelirken, Düriye mezun olana kadar bir kere bile fakülteye ziyarete gelemedi...


Not: Bu hikayedeki kişi ve kurumlar tamamen gerçektir. Sadece isimlerini değiştirdim.


26.01.2010-27.01.2010
Mr_Lonely

 

27 Ocak 2010 Çarşamba

Bir Dumur Hikayesi 1


Murtaza üniversiteye yeni başlamış ve yurtta kalan bir gençtir. Fiziksel olarak iri yarı bir yapıya sahiptir. Kilolu ama hantal değil, el becerisi iyi, sportmen yapıya sahip birisidir. Duygusal olarak çok utangaç, sessiz, damarına basılmadığı müddetçe etliye sütlüye karışmayan bir tiptir. İnsanlarla kolay kolay iletişim kurmaz, ancak ortamını kurduğunda da etrafına hep neşe saçar. İşte bu yazı Murtaza’nın başından geçen garip bir olayı konu almaktadır.

Okulun ilk haftalarıydı, Murtaza oda arkadaşlarıyla uyumunu sağlamış, ortamını kurmuş vaktini geçirmektedir. Daha okul henüz yeni başlamış olmasına rağmen herkes birer sevgili edinmiş bir tek Murtaza yalnız kalmıştır. Hayatı boyunca lanet ettiği özelliği utangaçlığı ve biraz da insanları tanımak istemesi dolayısıyla yalnız kalmıştır. Bir gün yurdun kantininde otururlarken, oda arkadşlarından birisinin kız arkadaşı der ki;

- Lan Murtaza bu yalnızlığın valla içime dokunuyo. Yok mu hoşlandığın birisi?
- Yok ya. Ben daha kimseye sevgili gözüyle bakmadım...
- Bak ben sana bir kız ayarlayayım, bildiğin bir içim su.
- Sen bana kız mız ayarlayamazsın.
- Emin misin? Var mısın iddiasına?
- Sen bana kız ayarlayabil ne istersen yaparım...
- Tamam lan. Yarın ayarlayacağım kızı göstericem sana.

O gün öyle geçer gider. Sabah olur. Aşağıda kantinde toplanılıp hep birlikte okula gidilecektir. Herkes gelir ve yola koyulunur. Şans eseri de kızın Murtaza’ya ayarlayacağını söylediği kişi iki metre önlerinden gitmektedir. Arkadaşı Murtaza’ya kızı gösterir;

- Murtaza bak şu kızı görüyor musun?
- Eee.
- İşte o kız ileride sevgilin olacak.
- Ya bir yürü git işine. Ben senin bana bir kız ayarlayabileceğin ihtimalinin bile olmadığını zaten biliyorum da, o kızı ayartman imkansız.
- Hadi ordan. Görürsün bak.
- Sen o kızı benim sevgilim yap, her istediğini iki kere yaparım..
- Tamam lan.

Evet anlaşıldığı üzere kız manken gibi bir şeydir. Bırak Murtaza’nın sevgilisi olmayı, yolda görse yüzüne bile bakmaz. Zaten arkadaşı da Murtaza’ya oyun oynamıştır. O kızla konuşmamış, başka birisiyle konuşmuştur. Kızın adı Düriye;

- Kız Düriye nassın.
- İyiyim sen nassın.
- Şşşş. Sana bişi dicem. Bizim Murtaza var ya o senden hoşlanıyormuş.
- Murtaza kim ben tanımıyorum ki, göstersene bana bir ara beğenirsem neden olmasın.
- Tamam akşam kantine inecekler, kapıdan gösteririm sana.
- Tamam.

Akşam olur ve herkes kantine iner. Dünyadan habersiz olan Murtaza arkadaşlarıyla sohbet etmektedir. Arkadaşı da Düriye’yi kantinin kapısının önüne getirmiştir. Kapının aralığından Murtaza’nın bulunduğu masayı gösterir;

- Bak kız Düriye görüyor musun? Şu hafif iri olan çocuk.
- Ay yuh sana be. Bana bu Ayı’yı mı layık görüyorsun? Git söyle ona piyasada erkek bitse bile ben o ayıyla
çıkmam.
- İyi tamam.

Arkadaşı gelir Murtaza’ya olayı olduğu gibi anlatır. Kelimesi kelimesine. Murtaza kendisine ayı denmesine
çok kızmıştır. O an o kız oralarda olsa kafasını gözünü kırar, ağzıyla burnuna yer değiştirtebilirdi. Morali çok bozulmuştu. Kızın zaten kabul etmeyeceğini biliyordu ama onun zoruna giden kendisine ayı denmesiydi. Her türlü şakayı kabul eder hoş karşılardı Murtaza ama hakareti ve fiziksel özellikleriyle dalga geçilmesini hiç sevmezdi.

Ancak bilmediği nokta kendisini reddeden kişinin, merdivende gördüğü o manken gibi kızın olmadığıydı. Murtaza’yı reddeden Düriye, fiziksel olarak Murtaza’dan daha kısa boylu ve daha kiloluydu. Çok hantal bir yapısı vardı. Penguen gibi yürüyen bir insandı ve Murtaza Düriye’nin bu şekilde yürümesiyle insanların dalga geçtiğine birkaç kere şahit olmuştu.

Kader kısmet bu ya Düriye okulun en yakışıklı çocuğuyla birlikte olmaya başladı. Murtaza hala yalnızdı, ama yalnızlıktan kurtulmak gibi bir çabası da yoktu. Yurda, okulu adam akıllı okumak için yerleştiğini ve dönem uzatmadan okulu bitirmek istediğini söyleyip duruyordu. Zaten başından geçen bu olayı da unutup gitmişti derslerine konsantre olmuştu.

...

Devamı Var...  



23 Ocak 2010 Cumartesi

Kozmetik Masalları

Bir varmış bir yokmuş
Pireler berber iken, develer tellal iken, Bihter’in annesinin eteğini çekiştirirdiği, Behlül’ün, Nihal’le doktorculuk oynadığı, Ali Rıza Bey’in henüz daha ilk kalp krizini geçirdiği dönemlerde bir ülke varmış.
Hem jeopolitik, hem politik, hem stratejik, hem de anti alerjik yönden çok önemli bir devletmiş.
Kırlarında çiçekler açar, böcekler suni döllenmeye katkı sağlarmış. İnsanları çalışır ailelerine bakarlarmış. Ordusunun varlığı tüm halkına güvende olma duygusunu hissettirirmiş.

İşçiler, her gün evlerine manavdan aldıkları nevalelerle gider, memurlar kasaba uğramadan eve gitmezlermiş. İnsanlar rüşvet nedir bilmezlermiş. Henüz, “Benim Memurum İşini Bilir” denmemiş.

İnsanlar mutlu ve mesut, dostluk ve kardeşlik içinde yaşarlarken bu hayaller ülkesine bir gün kötümü kötü birisi gelmiş. Geldiği gün güneş kıçını dönmüş gitmiş, ülkeyi bir soğuk hava dalgası kaplamaya başlamış. Daha sonra kardeşlik duygusu ortadan kalkmaya başlamış. İnsanlar ırk ayrımı, mezhep ayrımı yapmaya başlamışlar.

Daha sonra insanların iyice azalan huzurları tamamen kaçırılmış, işçilerin evlerine üç kuruş para sokmalarını sağlayan fabrikaların hepsi özelleştirilip kapatılmış. Önce sendikal hakları ellerinden alınmış, sonra kadrolarına bile bakılmaksızın sokağa atılmışlar. Açlık grevi yapmak zorunda bırakılmışlar.

Daha sonra, memurlar, kadrolu değil sözleşmeli olarak atanmaya başlamış, neredeyse asgari ücret düzeyinde çalıştırılmaya başlanmış, zaten zor olan geçimlerine iyice darbe vurmuş açlığa sürüklemişler. “Benim Memurum İşini Bilir” zihniyeti artık yerini “Benim Memurum Açlıktan Ölmez” zihniyetine bırakmıştır.

Daha sonra sağlık sektörüne el atılmış. Önce eczacılar, sonra doktorlar insanlığına isyan edecek noktaya getirilmişler. Zaten açlıktan kırılan halka hiçbir doktor çare bulamayacakmış, o yüzdende boşuna doktora para vermek istememişler. İnsanlar nasıl olsa açlıktan öleceklermiş, niye boşuna ilaç parası verilsin ki diye düşünerek eczacıları da devre dışı bırakmışlar. İlla ki ilaç isteyen varsa gitsin marketten karpuz seçer gibi ilaç seçsin, rengi, şekli hoşuna gideni alsın demişler.

Aslında en önemli darbeyi, halkın en güvendiği yerden vurmuşlar. İlk önce terörist saldırıları ordunun yapmış olabileceğini iddia edip yıpratmışlar. Terör örgütü “biz yaptık saldırıyı” demesine rağmen, “hayır siz yanlış biliyorsunuz siz yapmadınız” demişler. Sonra askere sivil yargı yolunu açmışlar. İlk başta çok isabetli bir karar olarak görmüş insanlar bunu, herkes yargılanabilmeli demişler. Daha sonra, bilgisayar parçası almaya giden askerleri başbakan yardımcısına suikast planı yapmakla suçlamışlar. Tesadüfen başbakan yardımcısının evinin önünden geçen askerleri kağıt yiyen ucubeler olarak halka tanıtmışlar. Ve hemen ardından devlet sırrı olan belgelerin bulunduğu odaya hakim göndermişler. Orduyu darbecilikle suçlamışlar, yıprattıkça yıpratmışlar.

Daha sonra yakalanan askerlerin kağıt yiyen ucubeler olmadıkları, normal insan oldukları anlaşılmış. Daha sonra başbakan yardımcısının call of duty oyunu ile gerçek hayatı birbirine karıştırdığının farkına varmışlar. Bu arada kozmik odaya giren hakim gizli belgeleri didik didik etmiş. Bütün gizli kalması gereken sırları ortalık malı haline getirmiş.
Kendisine suikast düzenleneceğini sanan başbakan yardımcısı meğerse kozmik odayı da kozmetik oda zannediyormuş. İçeriye giren hakimin de makyaj yaptığını zannediyormuş.

Günlerden bir gün Anayasa Mahkemesi, askere sivil yargı yolunu açan düzenlemeyi iptal etmiş. Hiçbir sivil hakimin ordu mensuplarına müdahale edemeyeceğine karar vermiş. Tesadüfe bakın ki bu karar tam da kozmetik odasına giren hakimin makyajını bitirmesinin ertesi gününe denk gelmiş. Orduya ait devlet sırrı niteliğindeki tüm bilgiler ortalık malı olmuş.
Rivayete göre bu ülkenin üzerindeki kötülük hala devam etmekteymiş.

Gökten üç elma düşmüş. Açlıktan kıvranan halk üç elmayı bölüşeceklermiş ki başbakan elmalara el koymuş.
Neden mi?
Vergi borcu kardeşim...


23.01.2010
Mr_Lonely



19 Ocak 2010 Salı

Mesela

Sussam mesela,
Konuşmasam.
Bomboş bakıyor gibi görünsem,
Ama için için ağlıyor olsam.
Sakin bir şekilde otursam mesela,
Fırtınaları içime hapsetsem,
Herkes bahar meltemlerinde serinlediğimi sanarken,
Kasırgalardan korunmaya çalışıyor olsam.
Gitsem mesela,
Geri gelecekmiş gibi.
Ama hiç geri gelmesem.
Ölsem mesela,
Toprağa karışsam.
Dünya dertlerinden kurtulsam.
Nasıl olur?

13.01.2010
Mr_Lonely


8 Ocak 2010 Cuma

Barbar Türkler



Terbiyesizlik, ahlaksızlık bize atalarımızdan geçmiş.
Çinlileri kınardık hep, yok hamam böceği yiyorlar, yok cenin yiyorlar, yok penis yiyorlar...
E ne farkımız var? Biz de yiyoruz.
Hem onlar yeni yeni yemeye başladılar, biz yüzyıllardır yiyoruz.
İnanmıyorsun değil mi?
Kanıtlarım ağzın açık kalır.

Hanım Göbeği;
Dünya üzerinde hanımının göbeğini yiyebilen başka bir millet var mı? Ya nasıl bir sadistliktir bu. Kadınlar bir çiçektir falan derler, çiçeğe gösterdiğimiz saygıya bakar mısın? Ayrıca kendi hanımının göbeğini yiyebilirsin sadece diye bir sınırlama da yok. İstediğin her hanımın göbeğini afiyetle yiyebilirsin.

Kadın Budu;
Buyur buradan yak. Tavuk budu değil lan bu kadın budu, insaf be! Yahu Afrika’da ki insanlara yamyam derler. Biz onlardan daha yamyam çıktık. Sonra da yırtınırız bizi Avrupa Birliği’ne almıyorlar diye. Onların yerinde olsam ben de almam. Yani düşünsenize kendi ülkemizde kadın kalmadı, şimdi Avrupalı kadınların ki var sırada.

Dilber Dudağı;
Arkadaş maşallah kadınlarımız da ne verimliymiş be. Yenmeyen yerleri yok maşallah. Kuzu çevirme yapacağına kadın çevirme yap ne farkları var ki? Dudağından tut, bacağına kadar her yerini yiyebilirsin...

Tavuk Göğsü;
Çok terbiyeli bir isim bulduk sonunda değil mi?
Yok yaaa...
Şimdi düşünelim, güzel kadınlara ne deriz?
Piliç. Tavuk yani.
Eee ne oldu şimdi bizim tavuk göğsü?
Kadın göğsü.
Sapık!

Analı Kızlı;
Anasını yemiş yetmiyor. İlla kızını da yiyecek. Aç gözlü mü desem, sapık mı desem bilemedim. Ayrıca kız için de bir yaş sınırlaması koyulmamış. Yani 6 aylık bir kız bebekte gayet güzel yenilebilir.

Yengen;
Ya namuslu bir insan evladı yengesine sulanır mı?
Nasıl bir aymazlıktır bu? Nasıl göz dikeceksin, nasıl yiyeceksin yengeni?
Ama öyle olmuyor işte. Hepimiz afiyetle yiyoruz.

Şıllık Tatlısı;
Bak görüyorsunuz değil mi?
Mesela evlisiniz, gül gibi karınızın yenmedik bir yeri kalmadı. Budunu, Dudağını, Göğsünü, Kıçını Başını her
yerini yediniz doydunuz.
Oh yarabbi şükür.
Afiyet olsun. Şimdi sıra geldi tatlıya.
Tertemiz namuslu karından ancak acı yemek olurdu zaten, tatlı yemek namussuzdan yapılır. Şıllığın birisini de tatlı olarak yedin.

Öğüne tatlıyla başlamışız, tatlıyla bitirmişiz. Dengesiz beslenme de üzerimize yok zaten. Neyse ikinci öğüne geçelim artık...

Dul Avrat Çorbası;
Hani derler ya haram her zaman cazip gelir insana diye. Boşa dememişler işte bu lafı. İlla ki zina yapacaksın yani. Neden evinde gül gibi hanımın beklerken elin Dul Avratından çorba yaparsın. Terbiyesiz...

Alinazik;
Demiştim ya az önce, haram her zaman çekicidir diye. Dul kadına göz diken Gay Ali’ye mi göz dikmeyecek. Ama bak biraz gelişme var, en azından alenen Gay demiyorlar, Alinazik diyorlar.

Kısır;
Böylesi ancak bizden beklenirdi zaten.
Bir insanın çocuğu olmuyor diye onu yemek mi gerekiyor. Nasip olmamış, hiçbir şey yapamazsa evlat edinir, niye yiyorsun ki?
Ama yok, illa ki yiyeceğiz. İlla ki kıyacağız cana...

Vezir Parmağı;
Aymazlıkta son nokta!
Geçmişe bakarsak, saydığımız her yiyecekte başkalarının namusuna göz dikiyorduk. En azından kendimizi sağlama alıp başkasının yemediğimiz yerini bırakmıyorduk. Şimdi artık kendimizden de vazgeçtik. Yedik parmağı afiyet olsun.
Ama biz öyle herkesin parmağını yemeyiz, en düşük vezir parmağı olmalı.
Yoksa yemeyiz.

Son öğünümüze geçelim. Akşam olduğu için hafif şeyler yiyeceğimizi düşünüyorum ama belli olmaz en ağır şeyleri de yiyebiliriz. Alıştık nasıl olsa, parmak bile yedik.

Pisik Taşağı;
Buyur buradan yak.
Pisik denilen şeyin kedi olduğunu düşünüyorum.
Abi kedinin ciğeri var, eti var, budu var. Ama yok alıştık bir kere parmak yedikten sonra taşak da yememiz gerekiyordu zaten. Yedik bizde.

Kol Böreği;
Ohaaaa.
Ya bu ne?
Parmak kesmedi mi?
Allah’ım sen aklıma mukayyet ol.
Aman yarabbi...

Oturtma;
Ayyy.
Bana bir şeyler oluyor.
Ne oturtması lan?
Nereye oturtma?
Yahu insan biraz açıklayıcı bir isim koyar.

Hünkar Beğendi;
Eeee her güzel şeyin bir sonu vardır.
O kadar şeyi yedikten sonra hala yaşıyorsanız eğer, sizi de birilerinin yemesi gerekiyor doğal olarak.
O şeyleri yedikten sonra sağlam kaldıysanız, sultanlara layık bir yemek olacaksınız demektir.
Hünkar beğenir tabi. Onun yerinde olsam ben de beğenirim...

İnandın mı şimdi bizim Çinlilerden bir farkımız olmadığına.
Allah razı olsun ki artık kurtulacağız üzerimize takılıp kalan iğrenç ibarelerden.
Eğer yasa tasarısı kabul edilirse, bu yemek isimlerine daha usturuplu isimler getirilecek.

Örnek verecek olursak;

Pisik Taşağı= Kedi Yumurtası
Şıllık Tatlısı= Hayat Kadını Tatlısı
Kısır= Allah Vermedi Ne Yapalım
Alinazik= Kibar Ali
Yengen= Kan Bağı Yok ki        
gibi...

Örnekleri çoğaltabiliriz. Benden Bu kadar.
Yok yok. İktidar çalışıyor. Helal olsun valla. Bizi büyük bir külfetten kurtaracaklar.
Bu yemek isimleri içimize dert olduydu.
Vallahi var ya inanmazsınız, benim tek derdim buydu biliyor musunuz?


07.01.2010
Mr_Lonely

E53AF90631833D634EB1606BA50792FE491D2CF7

4 Ocak 2010 Pazartesi

Düğün Dernek Kime Gerek



Bir düğüne gittiğinde, ya da sokakta el ele tutuşmuş iki sevgili gördüğünde, “ Ulan herkes evleniyor, ben böyle soyu tükenmiş mamut gibi kaldım tek başıma.” diye düşünüyorsan yaşlanmışsın demektir...
İster otuz yaşında ol, istersen altmış yaşında, istersen on iki buçuktan on üç yaşında ol hiç önemi yok...
Yaşın genç olabilir ama ruhun bir kere iflas etmiştir. Ölmüşsün de cenazeni kaldıran yok. Kokuşmuş balık gibi kalmışsın ortalıkta. Dondurulmuş ayı postu misali, dışarıdan canlı gibisin ama için saman dolu.

İşte ben...

Düğünlere zorla götürüyorlar.
Aslında iki nedeni var.

Birincisi, oynamayı hem becerememem hem de sevmemem. Gelirler zorla oynamaya kaldırırlar, ben de sucuk yapılmak üzere kesilmek için mezbahaya götürülen eşek misali inat ederim kalkmam. Ayaklarımla sandalyeyi, ellerimle masayı tutarım, benimle birlikte sahneye kadar gelirler.
Ya beni oyuna kaldırmak isteyen kişi pes eder başka kurbanlar aramaya başlar ya da yanına üç beş kişi daha alır gelir zorla elimden ayağımdan tutup atarlar pistin ortasına. İlkinde sorun yok oturduğum yerden devam ederim düğün izlemeye, ikincisi olursa bu sefer pistin ortasında oynuyormuş gibi yaparım, beni kaldıranların dikkati başka yere kayar kaymaz ben kaçarım sahneden.
Ben tanımadığım bir sürü insanın karşısında kıçımı başımı sallamayı beceremiyorum işte uğraşmasınlar kardeşim ya...

Düğünlere zorla götürülmemin bir diğer nedeni de aşırı derecede sıkılıyor olmam.
Birileri evleniyor, mutlu bir gün tamam kabul, ama kardeşim niye düğün salonlarında dans müziği diyerek ayrılık şarkıları çalar ki?

Ayla Dikmen bağırıyor,

Sevilirken bilmedin mi? Ben söylerken gülmedin mi
Falımızda hasret var ayrılık var demedim mi?
Anlamazdın anlamazdın, kadere de inanmazdın,
Hani sen acı veren, kalpsizlerden olamazdın...


Ya evleniyorlar. Ayrılık müziği neden?
Başka hiç dans müziği yok mu piyasa da?
Neyse bu evlenenlerin sorunu ben kendi kişisel asimetrik psikolojik sorunuma geleyim.
Bu bir türlü anlam veremediğim dans müziklerinde bir dünya çift çıkıyor dans etmeye.
Allah mutlu mesut etsin de, olan var olmayan var kardeşim.
İnsan evladı duygusal deprem yaşıyor işte. Bir insanın yapabileceği hayati hatalardan bir tanesi işte budur. Eğer yalnızsan ve yalnızlık içine dert oluyorsa, düğüne gitmeyeceksin arkadaş.

İşin bir de sevgili boyutu var ki o daha tehlikeli. Düğünlerin bir sınırı var en azından. Düğün salonları dışında, başka hiçbir yerde maruz kalmıyorsun bu işkenceye. Ama sevgili diye tabir ettiğimiz uzaylılar her yerdeler. Sirius’tan gelen bu yaratıklar karşılaşabileceğin en tehlikeli canlı türüdür. Bir gün evinin kapısından dışarıya adım atarsın sabahın köründe uykulu uykulu, bir de ne göresin? Karşı duvarda iki kişi birbirlerine diş ameliyatı yapıyor, sokak ortasında. İnsan olduklarını zannedersin, rahatsız etmek istemezsin ama yanlış işte. İnsan değil onlar Ufo. Dünyayı ele geçirmek için Sirius’tan geldiler ve her kılığa girebiliyorlar.

Sırf bu ufolar yüzünden sokağa çıkasım gelmiyor ya.
Evden çıkıp sahil kenarına gidiyorum, sakin bir yere oturuyorum, on dakika sonra iki uzaylı geliyor, iki metre yanıma oturuyor başlıyor ameliyata. Ya kardeşim orada yalnız bir insan var işte git başka yere otur, kapsama alanı dışı orası. Yok illa ki asimetrik psikolojik harekat uygulayacaklar insana terbiyesizler.

Bazen parka giderim. Yine güzel bir yer bulurum otururum, beş dakika geçer gelir bizim uzaylılar yine.
Ya kardeşim benim kıçımda Gps mi var? Neredeyse iki yüz dönümlük parkın içinde gelip beni mi buluyorsunuz?

Bu uzaylılar bazen çok ileriye de giderler.

Ben kabullenirim bu durumu sindiririm içime. Yanımda iki ayrı gezegenin ruhsal etkileşime girmesini görmezden gelirim. Kendimi zorlarım manzaraya konsantre olurum. Bu durumda anında B planına geçerler.
Bir şeyler sorarlar ya da yedikleri şeyden ikram etmek isterler falan.
İç Ses; “ Kesin Zehirlidir.”

Benim şansımdan mıdır yoksa az önce tavan yapan libidolarının etkisinden midir nedir hiç anlamam ama öyle tatlı bir ses tonları vardır ki bazen aralarına yedek oyuncu olarak katılasım gelir ya. Oyuna girmek için mevkisinde oynayan oyuncunun sakatlanmasını bekleyen yedek futbolcu gibi aynı. Erkek olanı falezlerden aşağı yuvarlayasım bile gelir, sırf o ses tonunu uzun süre duyabileyim diye.
İç Ses; “ Salak herif, sen adamı falezlerden yuvarlarsan duyacağın tek ses çığlık sesi olur.”

Evet bu geri zekalı İç Ses doğru söylüyor.

En başında da dediğim gibi, eğer bunları düşünüyorsan yaşlanıyorsun.
Hatta yaşlanma faslını geride bırakmışsın, ölmüşsün bile.
Yaşın çok genç olabilir ama imam cenazeni yıkayıp pamuğu tıkamış, namazını kıldırıyor şu anda.
Ruhuna El Fatiha...


04.01.2010
Mr_Lonely

92D0C16CB8894317011C4FD4B7BDDE445041CD01